15 Haziran 2013

Osmanlı nın Son Şeyhulislam ı Mustafa Sabri Efendi

Mustafa Sabri Efendi Osmanlı İmparatorluğunun son şeyhülislâm'ı idi. O tevazu sahibi, nazik insan birçok mücâdeleler vermiş, davası uğruna ailesi ile birlikte pek çok sıkıntılara katlanmıştı, ama hiçbir zaman bundan şikâyet etmemişti. Kahire'de iken yakın talebesi olan Ali Ulvi Kurucu O'nun için: "Orta boylu, beyaz nurlu simalı, mütebessim çehreli, lâtif bir zat, narin bir insan idi" diye bahseder.
HAYATI
İLK TAHSİLİ
1869 yılında Tokat'ta dünyaya gelen Mustafa Sabri Efendi, öğrenimine de memleketinde başlamış, 10 yaşına geldiğinde de hafızlığı bitirip, İslâmî ilimlerde de Zûniyezâde Ahmed Efendi'den icâzet almıştır. Ondan sonra Kayseri'ye giderek Hacı Torun Efendi'nin talebesi ve damadı olan meşhur Divrikli Mehmed Emin Efendi'nin derslerine devam etmiş ve icâzet almıştır.
İSTANBUL'DAKİ TAHSİLİ
Bir müddet sonra da İstanbul'a gelerek meşîhat-ı İslâmiyye'de ders vekili Gümülcineli Ahmed Âsım Efendi ile Mehmed Âtıf Efendi'nin talebesi olmuş ve icâzet almıştır. Daha sonra da Hocası Ahmed Âsım Efendi'nin kızı Ulviye hanımefendi ile evlenmiştir.
Henüz 22 yaşında iken Rüûs imtihanını kazanarak, Fatih Camiinde ders okutmaya başlayıp 50 kadar talebeye de icâzet vermiştir. Mustafa Sabri Efendi bununla ilgili olarak Ali Ulvi Kurucu'ya şunları söylemiştir:
"Tokat'tan Kayseri'ye, Kayseri'den İstanbul'a geldiğimde yirmi iki yaşında idim. Burada medresede okuyan bir ağabeyim vardı. Derslere girmeye başladım. Hepsini anlıyordum.
Ağabeyim bana, usul-i fıkıhtan, akaidden, mantıktan zor sualler sorardı. Allah'ın izni ile hepsinin cevabını verirdim. O da bana: "Ben bunları hocalardan anlayamıyorum. Sen hepsini biliyorsun. Daha ne zamana kadar talebe kalacaksın. Ruus imtihanına gir, müderris ol" diye ısrar ederdi.
İmtihana girdim. Müderris oldum. Ders vermeye başladım. Babam Tokat'tan İstanbul'a gezmeye, şehri görmeye gelmişti. Benden habersiz gelip dersimi dinlemiş. Şöyle demiş: "Ben bunun daha çok talebe kalmasını isterdim. Çabuk hoca olmuş…"
VAZİFEYE BAŞLAMASI
1869 yılında Beşiktaş Âsâriye Camii imamı oldu.
1898 yılında II. Abdülhamid'in katıldığı huzur derslerine en genç üye sıfatıyla iştirak eden Mustafa Sabri Efendi, bu derslere 16 sene devam etmiştir.
Mustafa Sabri Efendi çok geçmeden Sultan Abdülhamid'in kütüphanesine, Yıldız Sarayı'nda müdür olur. Sarayda on yılını geçiren Mustafa Sabri Efendi, burada Divan edebiyatı ile de meşgul olmuştur. Yine bu sıralarda Köse Niyazi Efendi'den kıraat ilmine dair dersler almıştır.
Bir dönem Silistre müftülüğü de yapan Mustafa Sabri Efendi, II. Meşrutiyet basınında farklı zamanlarda Peyâm-ı Sabah, İkdam, Te'sisat ve Alemdar gibi mevkutelerde yazılar yazmıştır.
MEŞRUTİYET ZAMANLARI
1908 yılında II. Meşrutiyet'in ilânından sonra ise Tokat mebusu olarak Meclis-i Meb'ûsan'a girmiştir.
O sıralarda Cem'iyyet-i İlmiyye-i İslamiyye'nin reisliğine seçilir ve yine bu cemiyetin çıkardığı Beyânül Hak dergisinin başmuharrirliğini yapar. Yakın tarihin en önemli neşriyatlarından olan bu dergi tam 182 sayı devam etmiştir.
Mustafa Sabri Efendi, İttihat ve Terakki cemiyetine muhalif olur ve daha önceden Miralay Sadık Bey ve arkadaşları tarafından kurulmuş olan Hürriyet ve İtilâf Partisi'ne katılır. Onlara katılmasının nedeni ise, yeni bir parti kurup da tefrikaya sebep olmamaktır.
Mustafa Sabri Efendi bir müddet sonra, partiye girdiği için çok pişman olur ve partiden ayrılır. Ali Ulvi Kurucu'ya bu konu hakkında şunları söylemiştir: "Azizim, biz İttihatçıların tuttukları yolu beğenmeyip şikâyet edip ayrılıp onlara muhaliftir, daha iyidir zannedip yanlarına gittiğimiz arkadaşlarımız, meğer yine aynı İttihatçı zihniyetin insanları imişler. Sadece, İttihatçılara bir düşmanlıkları var, o kadar. Yoksa düşünceleri ahlâkları hep aynı…"
1913 Bâb-ı Âli baskını, iktidarın sert tutumu ile İttihat ve Terakki Partisi'ne mensup olanların kendisinin peşine düşerek öldürmeye teşebbüs etmeleri sonucu Mustafa Sabri Efendi'nin başı, İttihatçılarla ciddi manada derde girmiştir. Başından geçen o üzücü olayları kendisi şu şekilde anlatır:
"Bir gün İttihatçıların bizim evi basıp beni tevkif edecekleri haberini aldım. Yatsıdan sonraydı, kapı çalındı. Yağmurlu bir geceydi. Fatih Çarşamba'da oturuyorduk. Ben hazırdım. Küçük kızım, kapıya cevap verdi. Beni sordular; "Babam evde yok" dedi. Gelenler, "Kızım, baban ikindiden sonra eve geldi. Bir daha çıkmadı. Biz evi tarassud ediyoruz. Belki sen görmemişsindir; evin altına, üstüne bir bak" dediler; eve girmediler.
Ben hemen, ailemin ve büyük kızımın yardımıyla dama çıktım. Evimizin arka tarafında bir kereste tüccarının deposu vardı. Avlusu da kereste doluydu. İçeride bir nöbetçi genç kalırdı. Beni soranlar, kızım tekrar, "Evde yok" deyince, içeri girdiler, evi aradılar. Dama bakmak akıllarına gelmedi. Evden çıkıp gittiklerini gördüm. Fakat tekrar eve dönüp girmeyi münasip bulmadım. Yandaki binanın damına çıktım. Yanmayan, geniş bir bacası vardı. Tepesini açtım. Yukardan aşağıya, bacadan yarı indim, yarı düştüm…
Ben bacadan aşağı çatır çutur inince, çocuk korktu, kısık lambayı açtı, bana baktı, tanıyamadı, bağırmaya başladı. "Oğlum, korkma, ben komşu hocayım, bağırma!" dedimse de fayda etmedi. "Kim olursan ol, illâ çık! Sen bir yerden kaçıyorsun. Benim başıma belâ getirme. Odadan çık!"
Çocuk beni odadan çıkardı. Yağmur da yağıyor. Allah Allah ne iştir bu başıma gelenler! Neyse, tahtaların altında, kuytu bir yer buldum; oraya sindim. Sabah ezanlarını bekliyorum. O zaman herkes sokağa çıkınca, ben de çıkacağım. Şimdi belki bir gözetçi koymuşlardır, diye düşünüyorum.
Yahu geceler de, ne uzunmuş! Edebiyatta ibret alınacak ne beyitler vardır… İnsan ancak başına gelince anlıyor.
Şeb-i yeldâyı muvakkitle müneccim ne bilir,
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat.
Gecelerin uzun mu kısa mı olduğunu, takvimi yapanlar, yıldızlara bakıp vakti hesaplayanlar bilmez. Onlar, "Şu kadar saattir" der, gidip uyurlar. Sen onu, dertliye, hastaya, kaçana, saklanana, hapistekine sor…
O ağaçların, kerestelerin altında geceyi geçirdim. Sabah oldu. Dışarıda ayak sesleri duyulmaya başladı. Avlunun dış kapısını açtım, dışarı çıktım… Yakındaki bir medresede talebelerim kalıyordu. Oraya gittim. Hemen abdest alıp namazımı kıldım. Burada bir hafta kaldım.
Bizim eve birini gönderip hem sağlık haberimi ulaştırdım, hem de, emin dostumuz bir bakkal vardı, ona çamaşır bırakmalarını, aldıracağımı söylettim. Bir hafta sonra, baktırdım, hâlâ beni arıyorlardı. Tanınmış birçok muhalif de tevkif olunmuştu. Türkiye'de duramayacağımı anladım. Komşumuz bir tüccar vasıtasıyla, Romanya'ya gidecek bir vapura bilet aldırdım. Vakti gelince gizlice sahile inip bir kenardan kayıkla vapura çıktım. Aramalara karşı, kömürlüğe inip saklandım. Kaptanla öyle anlaşma yapılmıştı. Denize açılıp Türkiye karasularını geçtikten sonra, giyindim; sarığımı sarıp güveryete çıktım.
O sırada, Romanya Kralı Karol, Bükreş'te bir cami yaptırmıştı. İstanbul'dan da bir heyet, caminin açılışına gitmekte imiş. Onlar da güvertede idiler. Mahmud Esad Efendi ile Yeraltı Camii İmamı Hafız Ali Efendi de vardı. Esad Efendi, açılışta Fransızca konuşma yapacak, Ali Efendi de Kur'ân-ı Kerim okuyacakmış…
Onlar beni görünce, heyete dâhil olduğumu zannettiler. Rıhtımda neden görüşmediğimize hayret ettiler. Ben de hiç renk vermedim"
Romanya'ya giden Mustafa Sabri Efendi, orada da boş durmamış, hizmetlerine devam etmiştir. Kırım'dan gelen Tatar gençlerine usul-i fıkıh ve belâgat okutmaya başlar. Daha sonra ailesini de yanına aldıran Mustafa Sabri Efendi'nin durumu tam iyiye gitmekte iken, I. Dünya savaşında müttefikimiz olan Alman ordusu Bükreş'i işgal edince, İttihatçılar da Mustafa Sabri Efendi'yi yakalayıp hapse götürürler. Bir süre Romanya'da hapis yatar. Daha sonra da İstanbul'a, oradan da Gemlik'e götürürler. Mustafa Sabri Efendi yaşadıklarını şu şekilde anlatır:
"… Bir zaman sonra, beni aldılar, İstanbul'a doğru yola koyulduk. Mahkemeye çıkacağız. Yanıma muhafız, iki zabit verdiler. İkisi de öyle kibar, öyle insan, öyle efendi ki, subayın da böylesi olur muymuş!
İSTANBUL'DA İDAM TEHDİDİ
Derken İstanbul'a vardık. Zabitler bana sordular:
"Efendim, sizi Meclis'e mi götürelim, yoksa Harbiye Nezareti'ne mi? Rey sizin… Nereye isterseniz, oraya götüreceğiz."
Düşündüm. Meclis'e götürseler, Talât Paşa oradadır. Benimle alay edecek: "Hoca nedir bu hâl? Değer miydi bunlara? Seni biz hoca olarak görmek isterdik. Nedir bu siyaset, nedir bu hâl?" diyecek. Benimle alay edecekler.
Enver ne kadar saf ise, Talât da o kadar, zekidir, şeytandır.
Talat'ın istihzası, bana, Enver'in vereceği idam kararından daha ağır geldi.
"Harbiye'ye götürün, oğlum" dedim.
Harbiye Nezareti'ne geldik. Birisi benimle kaldı. Diğeri içeri gitti… Tam beş saat bekledik. Gitti gelmez…
İbriğim elimde, onunla abdest alıp vakti giren namazları kılıyorum.
Bu zaman zarfında bana, askerî mahkeme kuruyorlar ve beni idama mahkûm ediyorlar kanaati geldi.
DÜNYAYA VEDA NAMAZI
Azizim o beş saat içinde, ben ölümü gördüm. İnsan, "Allah'ı görür gibi ibadet etmek" manasına gelen "ihsan"a riayet ederek ibadet etse, tefekkür etse, günah mı işleyebilir? Gaflete mi düşebilir?
O beş saat zarfında, gözümün önünden, neler geldi, neler geçti? Hayatta neler yapılmak lâzım imiş de, yapılmamış. Fırsatlar değerlendirilmemiş… Bunlar hep insanın gözünün önünden geçiyor.
GEMLİK SÜRGÜNÜ
…Beş saatlik o bekleme sırasında, idam olunma ihtimali kuvvetlendikçe, öyle düşündükçe, insanın üzerine, baygınlık gibi bir hâl geliyor. Âleminiz değişiyor… Bir, meleklerin gelip de gözünüze görünmesi kalıyor… Artık huzur-i İlâhî'ye çıkmak, meleklerin suale çekmesi kalıyor…
Ben o âleme dalmış gitmişken, beş saat sonra, neyse o genç zabit geldi:
"Hocam, Sinop'a mı, yoksa Gemlik'e mi gitmek istersiniz, diye soruyorlar" dedi.
Meğer, hakikate aralarında epey müzakere, münakaşa etmişler. Enver şöyle demiş:
"Bu adamı idam etmeye kıyamam. Mücadelesini inancı, fikri uğruna yapıyor. Yalnız bu günlerde, buralarda durmasın. Bir yerlere sürelim. Sorun bakalım: Sinop'a mı, yoksa Gemlik'e mi gider?"
Ben, Gemlik'i seçtim."
Gemlik'teki mecburî ikamet kararının daha sonra kaldırılması sonucu İstanbul'a döner ve Süleymaniye Medresesi'nde Hadîs-i Şerif müderrisliği yapmaya başlar.
ŞEYHÜLİSLÂM OLUŞU…
Aynı yıl yani 1918 senesinde kurulan Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye âzâlığına tayin edilir, Hürriyet ve İtilâf Fırkasının iktidara gelmesi sonucu 4 Mart 1919 tarihinde I. Damat Ferit Paşa kabinesinde Şeyhülislâm olur. 6 Haziran 1919'da Paris Konferansı'na giden Damad Ferid Paşa'nın yerine Sadrazam vekilliği yapar. Bu sırada Mustafa Kemal'in Sultan Vahdeddin ta­rafından geniş yetkilerle Anadolu'ya gön­derilmesine karşı çıkar fakat buna engel olamaz. Mustafa Sabri Efendi, aynı yıl kabinenin düşmesi üzerine Âyan (senato) azalığına atanır.
Cemiyet-i Müderrisîn'in başkanlığını da yapan Mustafa Sabri Efendi'nin kuruldaki arkadaşları arasında; Ermenekli Mustafa Safvet, İskilipli Mehmet Âtıf ve Bediüzzaman Said Nursî'de vardı. Fakat kısa bir müddet sonra bu görevinden ayrılır.
1920 senesinde II. Damat Ferid Paşa kabinesinde ikinci defa şeyhülislâmlığa getirilir ve Şûrâ-yı Devlet reisliğine vekâlet eder. Sevr Antlaşması'nın şartlarını görüşmek üzere Pâdişah tarafından toplanan Şûrâ-yı Saltanata katılmış ve antlaşmanın imzalanmasını savunanlar arasında yer almıştır. Ayrıca Anadolu'daki Millî Mücadele hareketine karşı tedbirler alınmasını önerir. Teklifi kabul edilmeyince ve bazı hususlarda kabine âzâları ile anlaşamadığından yine aynı yıl görevinden istifa eder.
"Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, aslında istiklâl hareketine karşı değildi. Karşı gibi olup, son pâdişah Sultan VI. Muhammed Vahdettin Han ile büyük dikkat göstererek istiklâl mücâdelesine ve mücâdelenin merkezi Ankara'daki Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne el altından büyük yardımlarda bulunuyordu. İşgal altındaki İstanbul'da, işgal kuvvetleri tehlikesi olduğundan, doğrudan istiklâl hareketini savunamıyor ve yardım yollayamıyordu. Doğrudan olması payitahtta nice felaketlere sebep olabilirdi. Ancak Mustafa Sabri Efendi ve oğlu İbrahim Sabri, İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne mukâvemet gösterdikleri için Cumhuriyet'in ilânından sonra 150'likler arasında yer almışlardı. [150'likler, Kurtuluş Savaşı sonrası mal varlıklarına el konularak Türkiye'den sürülen insanlara verilen isimdir.]"
DÖNMEMEK ÜZERE HİCRET…
Tüm bu olaylar sonucunda Sultan Vahdeddin, Türkiye'yi terk etmek için İngiliz işgal kuvvetlerinden bir gemi ister. Mustafa Sabri Efendi ve ailesi de bu gemi ile Türkiye'den ayrılmışlar. Gemide Mustafa Sabri Efendi'den başka, Zeynelabidin Efendi, Filozof Rıza Tevfik, Refik Halid ve bunların aileleri de bulunuyormuş. Pâdişahla birlikte İskenderiye'de gemiden inerler fakat orada onları çok acı ve talihsiz bir olay beklemektedir. Ali Ulvi Kurucu bu olay hakkında: "Oradaki Türk konsolosu, artık Ankara'nın emriyle mi, yoksa kendi işgüzarlığından, yeni idarecilere hulûs çakıp, bir mevki kapmak veya saltanatçı olmadığını böylece ispat edip yerini muhafaza etmek için midir, artık bilinmez; ayak takımından birilerini toplayıp bunlar rıhtıma inerlerken, üzerlerine çürük yumurta ve domates attırmış…" diye Hatıralarında anlatmaktadır. Devamı şöyledir:
"Böyle nahoş bir şekilde İskenderiye'ye inip yerleşirler. Burada otururlarken, o zaman artık Hicaz Meliki diye söylenen, asi Mekke Emiri Hüseyin, pâdişahı ve yanındakileri Harameyn'e davet eder.
"Yalnız başınıza, garip olarak İskenderiye'de kalmaktansa, Mekke-i Mükerreme'ye, Medine-i Münevvere'ye buyurun" der. Bir de hususi vapur gönderir. Bu teklif kabul edilir ve heyet hep birlikte vapura binip Cidde'ye vâsıl olurlar."
Heyet Arabistan'a yerleşir fakat Mustafa Sabri Efendi daha sonraları orada kalmayı mahzurlu görür. Mustafa Sabri Efendi bu konu hakkında:
"Şüphelendim. Bir teşebbüs var. Başımıza bir çorap örülüyor, bir tuzak kuruluyor. (…) İngilizler, bize ikinci bir darbe vurmaya hazırlanıyorlar. Şerif Hüseyin'e halifeliği ilân ettirecekler. Hem dünün halifesi ve hem dünün şeyhülislâmı olarak, bizler de onun misafiriyiz, minnettarıyız ya, biz de onu kabul etmek zorunda kalacağız.
Böylece İslâm dünyasında bir fitne daha çıkacak. Bir halife İstanbul'da Abdülmecid Efendi, bir halife de burada, artık derdiniz bin olacak."
Bunları söyleyen Mustafa Sabri Efendi, Sultan Vahdeddin ile konuyu konuşup, hep birlikte oradan ayrılmaya karar verirler. Mustafa Sabri Efendi Türklerin yaşadığı Yunanistan'ın Gümülcine şehrine, Sultan Vahdeddin ise İtalya'ya giderler.
Ailesi ile birlikte Gümülcine'ye yerleşen Mustafa Sabri Efendi, orada oğlu İbrahim Sabri ile birlikte "Yarın" adında bir gazete neşrederek, İslâm dünya­sının yöneldiği Batılılaşma hareketini şid­detle eleştirmeye başlar.
Ali Ulvi Kurucu bu konu hakkında Hatıralarında şunları anlatır:
"Mustafa Sabri Efendi, Yunanistan'daki hatıralarından bahsederken, Gümülcine'de bulunan Başmüftü Nevzad Efendi'den sitayişle bahseder: "Bazen bir insan, bir ülkeye bedel oluyor" der, anlatırdı: "Müftü, kendisini Yunan hükümetine saydırmıştı. Hükümet baskı yapamıyordu. Müslümanlar üzerinde de tesiri kuvvetliydi. Kendisiyle görüştük. Böyle böyle bir gazete çıkaracağımızı söyledik. Hem kabul etti hem de elinden gelen yardımı yaptı. Bize ev, ayrıca gazete için yer temin etti. "Yarın"ı çıkarmaya başladık. O zat sayesinde devam da edebildik. Müftü Efendi, gazeteyi, sınırdaki çiftçiler, köylüler vasıtasıyla Türkiye'ye de sokuyordu. Bosna Hersek'e de gönderiyordu. Çok gayretli bir adamdı.
"Yarın"ı içeri girmesinden, dağılıp okunmasından, Türk hükümeti rahatsız oldu. Tenkitlerimizden hoşlanmadı. Bunun için Yunan hükümetiyle görüşmelerde bulundu."
 "Bu gazete Ankara hükümetinin Yunanlılardan talepte bulunması üzerine kapanmaya mecbur kalmıştı. Mustafa Kemal Paşa ile Venizelos arasında yapılan antlaşma sırasında ileri sürülen isteklerin en başında bu gazetenin kapatılması şartı varmış. Ayrıca Sabri Efendi'nin hudut dışına çıkarılması da isteniyormuş.
Yunan hükümeti, Ankara hükümetinden daha insaflı davranarak, "dost bir devlete zarar verdiğinden dolayı" gazeteyi kapatmasını istemekle birlikte, sınır dışı etmemiş. Ancak Atina'da oturmasını şart koşmuş. Bunun üzerine Hoca Efendi:
"Yunanistan'da yapılacak işimiz kalmadı" diyerek, bir Müslüman ülkeye gitmek istemiş. Fakat hiçbirinden vize alamamış… Şöyle diyor: "Birkaç ay süren bu sıkıntılı zamanda, beni bir korku sardı. Atina'da ölürsem, beni nereye gömecekler? Bir şeyhülislâm, Hıristiyan mezarlığına mı gömülecek? Bu birkaç ay, ömrümün en felâketli zamanı oldu. Çok evham ettim…"
Bu sırada beklenilmeyen bir şey de olmuş: Hükümetin baskısını ve Sabri Efendi'nin Yunanistan'dan ayrılmak üzere olduğunu duyan Yunan kilisesi ileri gelenleri, kendisini ziyaret ederek, hükümetin buna hakkı olmadığını ve dava açmasını ve kendilerinin ona destek olacaklarını bildirmişler. Sabri Efendi şöyle diyor ki: "Bu yola başvursaydım, belki kalabilirdim. Ama nereye gömüleceğim endişesi beni çok rahatsız etmişti. Ayrılmak için teşebbüslerime devam ettim. Mısır, Şam, Bağdat ve daha Müslüman bilinen hükümetlere yazıp müracaat ettim. Hepsinden "özür mektupları" geldi. İsteğimi yerine getiremedikleri için özür beyan ediyorlardı. Tekrar yazdım:
"Yahu, Müslümanların şeyhülislâmına bir lise pase veremeyecek kadar acz içinde iseniz, o köşelerde ne diye oturuyorsunuz? Sizler, devlet başkanı, hükümet reisi değil misiniz? Bu kadar acz içinde misiniz? Ölürsem nereye gömüleceğim? Diye korkuyorum. Bir şeyhülislâmı, şu kadar yüz milyonluk bir Müslüman dünyasının şeyhülislâmı ölecek de gâvur kabristanına gömülecek, bunun mes'uliyeti, ârı, namusu kime aittir? Ne oturuyorsunuz o köşelerde?" dedim."
Sonunda çaresiz kalan Mustafa Sabri Efendi, oğlu İbrahim Sabri ile birlikte Mısır konsolosuna giderler. Mustafa Sabri Efendi Arapça, İbrahim Sabri Bey ise Fransızca olarak dertlerini anlatırlar. Durumdan etkilenen konsolos: "Ya Mevlâna. Bu hâl Papa'nın başına gelseydi, Hıristiyan dünyasının alâkası bugün ne olurdu acaba? Bu ne zillettir yahu. Bütün mes'uliyeti ben üzerime alıyorum. İsterlerse bu vazifeden beni atarlar, isterlerse hapsederler; siyasi cinayet işledim diye asarlar… her şeyi göze alarak, size lise pase veriyorum…" diyerek büyük bir üstünlük ve cesaret göstererek Mustafa Sabri Efendi'ye yardım eder.
Hayatı çilelerle dolu olan Mustafa Sabri Efendi 1922 senesinde ailesi ile birlikte Kahire'ye yerleşir. Bu artık O'nun son hicreti olmuştur, fakat sıkıntılı günler bitmez. Kahire'de de çok zor günler geçirirler. O zor günleri Ali Ulvi Kurucu şöyle anlatıyor:
"Hoca Efendi ve oğlu İbrahim Bey, aileleriyle birlikte Mısır'a giriyorlar. Mısrul Cedîde mahallesinde bir ev bulup yerleşiyorlar. Fakat maddî sıkıntı var. Mustafa Sabri Efendi, ilk birkaç ayı nasıl geçirdiklerini, ne yiyip içtiklerini anlatırdı. Şikâyet etmez, anlatırken gülerdi.
En ucuz şey, bir çuval kuru fasulye almışlar. Başka bir şey alacak paraları yok. Tencereleri de yok. Bir çaydanlıkları varmış. Fasulyeyi bu çaydanlıkta kaynatıp pişirip yiyorlar. Sonra yıkayıp çay yapıyorlarmış. Birkaç ay böyle geçirmişler. Sonra İbrahim Bey, bir Ermeni kunduracıya çırak olmuş."
Bu zor günlerin üzerine 6 Şubat 1924'te Mustafa Sabri Efendi'nin dersiâmlık maaşı kesilir ve 1 Haziran 1924'te de vatandaşlıktan çıkarılır.
Vatandaşlıktan çıkarılan Mustafa Sabri Efendi şu mısraları kaleme alır:
"…Bir acîb haber;
Karakuşlar karar vermişler beri ıskâta tâbiiyyetden.
İşidib kahkaha ile güldüm ben.
Ve teşekkürler etdim işte… fakat
Beni ıskât edenler etmiş halt…
Haydi oradan şaşkın-ı ızâm
Sizi çok bildiğim için tanımam.
Çook geç kaldınız… Beyhûde
Zahmet etmişsiniz şu mes'elede
Sizin olsun karanlık Enkaranız
Bana Metbû' olur mu hiç dinsiz
Bir hükûmet, ne haddi var zaten?
Ona tâbi değilim evvelden,
Buna âsârım elde şâhiddir;
Tâbiiyyet telaşı zâiddir."
Hayatının son 32 yılını Kahire'de geçiren Mustafa Sabri Efendi, dinî ve ilmî hizmetlerini orada da sürdürüp ders vermeye devam etmiş ve birçok da eser telif etmiştir.
VEFATI
Dine hizmet adına yerinden yurdundan olan, sürgün hayatı geçiren Mustafa Sabri Efendi, çilelerle dolu bir ömür geçirmiş olmasına rağmen hiçbir zaman bundan şikâyet etmemiştir. 7 Recep 1373 (12 Mart 1954) yılının Mi'rac sabahı Kahire'de Rahman'a kavuşmuştur.
Hacı Ali Kılıçalp Mustafa Sabri Efendi'nin vefatı ile ilgili şunları anlatıyor: "Mustafa Sabri Efendi 1954 senesinde Kahire'de vefat etti. Orada bulunan Türk talebelerinin elleri üzerinde merasimi tertip edildi. Mısır ulemasının da iştirakiyle Kahire kabristanlığına defnedildi. Üstad Hazretleri(Bediüzzaman), "Hacı Ali, sen vazifeni yaptın" diye sevinmiş ve duada bulunmuşlardı."  


Kaynak http://www.cevaplar.org

Bulgaristan lı Ahmed Davudoğlu Hoca..

Ahmed Davudoğlu

    1912 yılında Bulgaristan’ın Deliorman Bölgesindeki Şumnu vilâyetine bağlı “Kalaycı” köyünde doğdu. Fakir bir çiftçi olan babası, köyde Dâvûd Hasan ismiyle anılırdı. Babası, din âlimlerini sever, onlara son derece hürmet ve itaat gösterirdi. Dedesi Dâvud Ağa meşhur bir pehlivandı.
    Annesi de son derece iyi kalpli, cömert, dindar bir insandı. Küçük Ahmet, yaramazlığından dolayı bir hocaya okunmaya götürülmüştü. Hoca Efendi “Bu çocukta okunacak bir şey yok. O Allah’a ibâdet ediyor. İnşâAllah büyüdüğü zaman din âlimi olacak.” demişti. Konuşmaya başladığında ilk öğrendiği şey “ezan, salavât duaları ve birkaç küçük sûre” olmuştu.
    İlk öğrenimini doğduğu köy olan Kalaycı’da yaptı. Rüşdiyeye 1924’te Ekizce’de devam etti. Medresetü’nnüvâb’ın lise kısmını 1933’te, yüksek kısmını ise 1936’da Şumnu’da tamamladı. Medrese tahsilini ilk üç kişi arasında bitirdiği için aynı yıl Mısır’a gönderildi. Ezher Üniversitesi, Şeriat Fakültesi’ni de üstün başarıyla bitirdi. 3’ncü sınıfta iken, Mısır’dan hacca gitti. Mısır’a vardığı sene annesini kaybetmişti Kendisine haber verilmediği için, tahsilini tamamlayarak 1942 yılında Bulgaristan’a döndüğünde acı haberi aldı.
    Bulgaristan’da kızıl işgal
    Bir süre, kendisinin de okuduğu Nüvvab Medresesi’nin önce lise, sonra da yüksek kısmında öğretmenlik yaptı. Aynı okula 1944 yılında müdür olarak tayin edildi. Aynı yıl Rus kızılordusu Bulgaristan’ı işgal etti. Şumnu komünist idâresinin baskılarına ve anarşist öğrencilerin eylemlerine karşı mücâdele verdi. 1945 Mayıs’ında Türkiye lehine casusluk suçlamasıyla tutuklanarak Sofya’daki askerî mahkemede yargılandı. Kızıl Bulgar zindanlarındaki ağır işkencelere, sırf müslüman olduğu ve İslâm’ı yaşamaya, yaşatmaya gayret ettiği için tâbî tutulmuştu. Uğradığı büyük zulüm ve haksızlığa rağmen metânetini hiç kaybetmedi. Bir aylık hapis hayâtından sonra, Rositsa’daki toplama kampında baraj inşaatında çalıştırıldı. 17 Kasım 1945’te hastalığı sebebiyle serbest bırakılarak eski görevine iade edildi. Müdürlükten istifa ederek bir süre öğretmen olarak çalıştı. Bir yağmur duâsı sonrası vaazı sebebiyle, ömür boyu hapisle tehdit edilince, Türkiye’ye başarısız bir kaçma denemesinde bulundu. Güçlükle elde ettiği pasaportla 31 Aralık 1949’da hanımı ve iki kızı ile birlikte Türkiye’ye göç etti.
    Türkiye günleri
    Ahmed Davudoğlu hoca, önce Adapazarı’nda bir akrabasının yanına yerleşti. İstanbul’daki Yedikule, Küçükefendi Camii’nde imamlık, sonra İstanbul ve Ankara’da vâizlik yaptıktan sonra 1951’de Bursa’da Orhangâzi müftülüğüne, 1953’te ise tekrar İstanbul’a dönerek Fatih kütüphanesi ve Süleymâniye kütüphânesi memurluklarında bulundu. Bu arada İmam Hatip Okulu’nda ders verdi. 16 Kasım 1959 yılında açılan Yüksek İslâm Enstitüsü’nde ders vermeye başladı. Öğretmenlikle beraber müdür yardımcılığı ve müdürlük görevlerinde bulundu.
     Fikir ve düşünceleri
    Davudoğlu Hoca inançlarına bağlı, yaşayışındaki sâdelik ve alçak gönüllülüğü ile temâyüz eden bir İslâm âlimidir. Aşırı muhâfazakarlığı sebebiyle yenileşme hareketlerine karşı çıkmıştır. Ona göre din “neşvünemâ bulmakla değil ancak çelik gibi durmakla ilâhî vasfını muhâfaza etmiş ve edecektir; Yenilik taraftarları ise farkında olmadan dîni tahrip etmektedirler.” Onun bu fikirleri benimsemesinde, Şeyhu’l-İslâm Mustafa Sabri Efendinin dostu, Mısır ve Bulgaristan’daki karşılaştığı bazı uygulamaların büyük etkisi olmuştur.
    Eserleri
•Buluğu’l-Meram (Selamet Yolları) Tercümesi
•Sahih-i Müslüm Tercüme ve şerhi
•Tibyan Tefsiri Tercümesi
•Mevkûfât Tercümesi
•Reddü’l-Muhtar (İbn-i Âbidîn) Tercümesi
•Ölüm Daha Güzeldi (Hatırâtı)
•Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri
•Kur’an-ı Kerîm Meâli
    Tüm din kardeşlerine vasiyeti
    Her şeyden evvel imanınızı korumaya çalışınız. Allah’a iman bize bahşedilen nimetlerin en büyüğüdür. O öyle paha biçilmez bir pırlantadır ki; kazanılması kolay fakat muhafazası son derece müşkildir. Çünkü insan ve cin şeytanlarından pek çok düşmanları vardır. Bunlar gece gündüz imanı sizden çalmak, sizi ondan ebediyen mahrum etmek isterler.
    Şunu hiçbir zaman unutmayın! Peygamber Efendimiz hazretlerinin bundan 14 asır evvel haber verdiği kıyamet alametlerinin küçükleri bu gün tamamen zuhur etmiştir. Bundan sonra sıra büyüklerindedir. Şimdi ergenlik çağına yetişen çocuklar anne babalarının gözleri önünde Allah’ı inkar ediyor. Dünyadan imansız giden bu çocukların yeri Cennet mi Cehennem mi? Anneler babalar bunun cevabını vermek zorundalar. Kendimizden mesul olduğumuz gibi evlatlarımızdan da mesulüz. Hangi anne baba yavrusunun ateşte yanmasına tahammül edebilir. İlk vazifemiz, imanımızı, çoluk çocuğumuzun imanını, temin ve muhafaza olmalıdır. Ondan sonra onun icatlarını birer birer yerine getirmeye gayret ediniz. Müslüman, kulluk edeceğine Allah’ına söz veren insandır. Bu sözü verip de ona kulluk etmeyen yalan söylemiş hilebazlık etmiş olur ki karşılığında cezayı hak eder. Çocuklarınıza dinlerini muhakkak öğretin. İbadetlerini yerli yerince bilerek tatbik etsinler. Onlara İslam adab ve terbiyesi üzerine yetiştirin. Bu vazifeleriniz çocuk dünyaya geldikten itibaren başlar. Ve hayatınız boyunca devam eder. İlk yapacağınız iş ona bir müslüman adı koymaktır. 5-6 yaşlarına girince namaza alıştırın 10 yaşına vardığında namaz kılmazsa onu hafifçe cezalandırın. Peygamber Efendimizin mübarek emri budur. Kur’an okumayı asla ihmal etmeyin. Zira Kur’an müslümanın her şeyidir. Yediğimiz ve yedirdiğimiz lokmaların haram mı yoksa helal mi olduğuna dikkat ediniz. Helale helal , harama haram deyin. Çünkü bunun aksini iddia küfürdür.
    Kız çocuklarının terbiyesine, tesettürüne hususi önem veriniz. Kıyamete yakın “giyinmiş çıplak” kadınlar zuhur edeceğini Peygamber Efendimiz 14 asır önce haber vermiştir. Bu gün bu mucize aynen zuhur etmiştir. Avrupa taklitçiliği çok tehlikeli bir hal almıştır. Bu gün adette, giyimde vs. hususta küffarı taklit moda olmuştur. Müslüman bilnen bir çok aileler Noel Baba, yılbaşı ve salon düğünü gibi şeylerde gayri müslimlerden aşağı kalmıyorlar. Halbuki Peygamber Efendimiz “Her kim bir kavime benzerse o da onlardandır.” buyurmuşlardır.
    Talebelerine vasiyeti
    Tedrisat sıralarında talebeye yaptığım tavsiyeleri burada da tekrarlıyorum. Sakın Ehl-i Sünnet Vel Cemeat yolundan ayrılmasınlar. Zira bu takdirde hakkımı helal etmem.
    Talebeme ve diğer din kardeşlerime şahsi vasiyetim şudur ki: Hayatım da Cenab-ı Haktan benim için hüsnü hatime, ölümümde de af ve mağfiret dilesinler beni hayır dua dan mahrum etmesinler . Vefatımı duyanlar cenaze namazıma koşsunlar. Buralarda ölürsem Hz. Ebu Eyyüb El Ensarî kabristanına defin olunmamı vasiyet ederim. Cenazemde bid’atlere yer verilmemesini isterim. Varislerim imkan bulurlar da devrimi yaptırırlarsa memnun olurum. Bütün din kardeşlerim ahiret haklarını bana helal etsinler. Allah cümlesinden râzı olsun.
Kaynakça:
1- Ölüm Daha Güzeldi, Ahmet Davudoğlu, İst. 1979.
2- TDV İslam Ansiklopedisi, c. 9, s. 52-53.

http://muhacirin.blogcu.com/baslik-ahmet-davudoglu/1692166

Süleyman Hilmi Tunahan Hz.


Süleyman Hilmi Tunahan

Son devir din âlim ve velîlerinden.

Adı Süleymân Hilmi, soyadı Tunahan'dır.

Babası zamânın müderrislerinden Hâfız Osman Efendidir. Soyu Fâtih Sultan Mehmed Hanın "Tuna Hanı" olarak tâyin ettiği ve kendi kız kardeşi ile evlendirdiği İdris Beye dayanmaktadır. 1888 (H.1306) senesinde Silistre'nin Ferhatlar köyünde doğdu. 1959 (H.1379) senesinde İstanbul'da vefât etti. Karacaahmed Kabristanındadır.

Babası Osman Efendi tahsîlini İstanbul'da tamamladıktan sonra Silistre'ye giderek meşhûr Satırlı Medresesinde yıllarca müderrislik yaptı.


İlim ehli ve fazîlet sâhibi bir âileden dünyâya gelen SüleymânHilmi Tunahan, ilk tahsîlini Silistre Rüşdiyesinde ve Silistre Satırlı Medresesinde yaptı. Bilâhare tahsîlini tamamlamak için İstanbul'a gelerek Sahn-ı Semân (Fâtih) Medresesine kaydoldu. Fâtih dersiâmlarından ve o devrin meşhûr âlimlerinden Bafralı Ahmed Hamdi Efendi (BüyükHamdi Efendi)nin ders halkasına devâm etti. Zamânın usûlüne göre aklî ve naklî ilimleri tahsîl ettikten sonra 1916 senesinde Ahmed Hamdi Efendiden birincilikle icâzet, diploma aldı. Daha sonra o zamanki tâbiri ile dersiâm (profesör) olarak yetişmek üzere Süleymâniye Câmii medreselerinden Medresetü'l-Mütehassısînin tefsîr ve hadîs kısmına devâm etti.

Son derece parlak bir zekâya sâhib olan Süleymân Hilmi Tunahan, 1919 senesinde Medresetü'l-Mütehassısîn'den birincilikle mezûn oldu. Aynı yıllarda Medresetü'l-Kuzâtı (Hukuk Fakültesini) da üstün bir derece ile bitirdi. Böylece bir taraftan dersiâm diğer taraftan da kâdılık rütbelerine ulaşarak devrinin zâhirî ilimlerini tamamladı. Mezûniyetini müteâkip İstanbul'da dersiâm olarak vazîfeye başlayan Süleymân Hilmi Tunahan bir müddet sonra medreselerin kapatılması üzerine vâizliğe tâyin edildi. Uzun müddet İstanbul'un Sultanahmet, Süleymâniye, Yeni Câmi, Şehzâdebaşı ve Piyâle Paşa gibi büyük câmilerinde halka vâz ederek insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı.

Tasavvuf yolunda Selâhüddîn ibni Mevlânâ Sirâcüddîn Efendinin sohbetlerine devâm ederek yetişti. Süleymân Hilmi Tunahan'ın tasavvufî yönüyle ilgili olarak, dâmâdı ve bağlısı Kemâl Kaçar tarafından Necip Fâzıl Kısakürek'e verdiği notlardan bir bölümü şöyledir:

"Süleymân Efendinin bâtın ilmine yâni tasavvuftaki mânevî cephesine gelince, şüphesiz bu husus ehline mâlumdur.Zâhirî akıl ve zekâ ile idraki mümkün olamaz. Öyle ki, bir insan müslüman olabilir, tahsilli ve akıllı olabilir. Hattâ iç hayâtı münkir olamaz da yine tasavvuf ve irşâda ehil bir zât ile karşılaştığı halde, o zât ilâhî irâdeyle kendisini ona bildirmezse, dünyâlar bir araya gelse onun feyzlerinden haberdâr olamazlar. Bizim ise kendisinin mânevî cephesi üzerinde zerrece tereddüdümüz yoktur. Biz bu noktayı ilmelyakîn biliyoruz. Kendisinin tasarrufunu ve rûh melekeleri üzerindeki tesirini öz rûhumuzda ve vücûdumuzda hissetmiş, enfüsî ve kevnî kerâmetlerinin üstün irşâd hârikalarını fiil hâlinde ve hakkıyla müşâhede etmiş bulunuyoruz. Allah'ın bu husustaki inâyet ve lütfuna mazhar olduğumuza, kendilerinin kâmil ve mükemmel mürşid olduğuna Silsile-i sâdâd=Büyükler zinciri kolundan otuz ikinci ferdi Selâhüddîn ibni Mevlânâ Sirâcüddîn hazretlerinin cismânî nisbet, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin de rûhânî nisbetle vârisleri bulunduğuna îmânımız tamdır. Kendisinin bu cephesini anlamayanların, hiç olmazsa aksini iddiâ etmemelerini ve kendisinde bir mürşid hâli görmediklerini söylemekten çekinmelerini, dünyâ ve âhiret yıkımına uğramamaları bakımından tavsiye ederiz."

Zâhirî ve bâtınî yönden yüksek derece sâhibi olan SüleymânHilmi Tunahan, îtikâdda Ehl-i sünnet, amelde Hanefî mezhebine, tasavvufta Nakşibendiyye yoluna mensûb idi. Ehl-i sünnet vel-cemâate son derece bağlıydı. Kendisinden feyz alan talebeleri ile vâz ve sohbetlerine devâm eden kimselere en büyük tavsiyesi; "Ehl-i sünnet vel-cemâat" akîdesine ihlâs ve samîmiyetle bağlı olmalarıydı.

Yetmiş iki senelik ömrü boyunca İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek ve insanlara anlatarak onların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmalarına vesîle olan Süleymân Hilmi Tunahan 16 Eylül 1959 senesinde İstanbul'da Kısıklı'daki evinde vefât etti. Karacaahmet Kabristanlığına defnedildi. (

Asım Kıraatinin Hafs Rivayetine Göre Bilinmesi Gereken Kelimeler Testi

         Kıymetli Kuran Dostları ! Asım kıraatinin Hafs rivayetine göre bilinmesi gereken özel kelimelerle alakalı testimiz yayınlandı  Kola...