Hasan El_Basri ye ; Kura n ı Kerim i ezberleyip de bütün geceyi uyuyarak geçiren kimse hakkında soruldugunda ; Allah onu rahmetinden uzaklaştırsın anlaşılan o Kuran ı Kerım i kendıne yastık edinmiş....cevabını vermiştir.
01 Kasım 2013
09 Ekim 2013
İmam Ebu Muzahim El Hakani söyle buyurur:
İmam Ebu Muzahim El Hakani söyle buyurur:
زن الحرف لا تخرجه عن حد وزنه
فوزن حروف الذكر من افضل البر
Harfler için belirli bir ölçün olsun , o ölçünün dışına çıkma..Çünkü Kuran harflerini belirli bir ölçü ile okumak en hayırlı amellerdendir ..
زن الحرف لا تخرجه عن حد وزنه
فوزن حروف الذكر من افضل البر
Harfler için belirli bir ölçün olsun , o ölçünün dışına çıkma..Çünkü Kuran harflerini belirli bir ölçü ile okumak en hayırlı amellerdendir ..
05 Eylül 2013
03 Ağustos 2013
27 Temmuz 2013
19 Temmuz 2013
16 Temmuz 2013
15 Haziran 2013
Osmanlı nın Son Şeyhulislam ı Mustafa Sabri Efendi
1/3
Mustafa Sabri Efendi Osmanlı
İmparatorluğunun son şeyhülislâm'ı idi. O tevazu sahibi, nazik insan
birçok mücâdeleler vermiş, davası uğruna ailesi ile birlikte pek çok
sıkıntılara katlanmıştı, ama hiçbir zaman bundan şikâyet etmemişti.
Kahire'de iken yakın talebesi olan Ali Ulvi Kurucu O'nun için: "Orta boylu, beyaz nurlu simalı, mütebessim çehreli, lâtif bir zat, narin bir insan idi" diye bahseder.
HAYATI
İLK TAHSİLİ
1869
yılında Tokat'ta dünyaya gelen Mustafa Sabri Efendi, öğrenimine de
memleketinde başlamış, 10 yaşına geldiğinde de hafızlığı bitirip, İslâmî
ilimlerde de Zûniyezâde Ahmed Efendi'den icâzet almıştır. Ondan sonra Kayseri'ye giderek Hacı Torun Efendi'nin talebesi ve damadı olan meşhur Divrikli Mehmed Emin Efendi'nin derslerine devam etmiş ve icâzet almıştır.
İSTANBUL'DAKİ TAHSİLİ
Bir müddet sonra da İstanbul'a gelerek meşîhat-ı İslâmiyye'de ders vekili Gümülcineli Ahmed Âsım Efendi ile Mehmed Âtıf Efendi'nin talebesi olmuş ve icâzet almıştır. Daha sonra da Hocası Ahmed Âsım Efendi'nin kızı Ulviye hanımefendi ile evlenmiştir.
Henüz
22 yaşında iken Rüûs imtihanını kazanarak, Fatih Camiinde ders okutmaya
başlayıp 50 kadar talebeye de icâzet vermiştir. Mustafa Sabri Efendi
bununla ilgili olarak Ali Ulvi Kurucu'ya şunları söylemiştir:
"Tokat'tan
Kayseri'ye, Kayseri'den İstanbul'a geldiğimde yirmi iki yaşında idim.
Burada medresede okuyan bir ağabeyim vardı. Derslere girmeye başladım.
Hepsini anlıyordum.
Ağabeyim bana, usul-i
fıkıhtan, akaidden, mantıktan zor sualler sorardı. Allah'ın izni ile
hepsinin cevabını verirdim. O da bana: "Ben bunları hocalardan
anlayamıyorum. Sen hepsini biliyorsun. Daha ne zamana kadar talebe
kalacaksın. Ruus imtihanına gir, müderris ol" diye ısrar ederdi.
İmtihana
girdim. Müderris oldum. Ders vermeye başladım. Babam Tokat'tan
İstanbul'a gezmeye, şehri görmeye gelmişti. Benden habersiz gelip
dersimi dinlemiş. Şöyle demiş: "Ben bunun daha çok talebe kalmasını isterdim. Çabuk hoca olmuş…"
VAZİFEYE BAŞLAMASI
1869 yılında Beşiktaş Âsâriye Camii imamı oldu.
1898 yılında II. Abdülhamid'in katıldığı huzur derslerine en genç üye sıfatıyla iştirak eden Mustafa Sabri Efendi, bu derslere 16 sene devam etmiştir.
Mustafa
Sabri Efendi çok geçmeden Sultan Abdülhamid'in kütüphanesine, Yıldız
Sarayı'nda müdür olur. Sarayda on yılını geçiren Mustafa Sabri Efendi,
burada Divan edebiyatı ile de meşgul olmuştur. Yine bu sıralarda Köse Niyazi Efendi'den kıraat ilmine dair dersler almıştır.
Bir dönem Silistre müftülüğü de yapan Mustafa Sabri Efendi, II. Meşrutiyet basınında farklı zamanlarda Peyâm-ı Sabah, İkdam, Te'sisat ve Alemdar gibi mevkutelerde yazılar yazmıştır.
MEŞRUTİYET ZAMANLARI
1908 yılında II. Meşrutiyet'in ilânından sonra ise Tokat mebusu olarak Meclis-i Meb'ûsan'a girmiştir.
O sıralarda Cem'iyyet-i İlmiyye-i İslamiyye'nin reisliğine seçilir ve yine bu cemiyetin çıkardığı Beyânül Hak dergisinin başmuharrirliğini yapar. Yakın tarihin en önemli neşriyatlarından olan bu dergi tam 182 sayı devam etmiştir.
Mustafa Sabri Efendi, İttihat ve Terakki cemiyetine muhalif olur ve daha önceden Miralay Sadık Bey ve arkadaşları tarafından kurulmuş olan Hürriyet ve İtilâf Partisi'ne katılır. Onlara katılmasının nedeni ise, yeni bir parti kurup da tefrikaya sebep olmamaktır.
Mustafa Sabri Efendi bir müddet sonra, partiye girdiği için çok pişman olur ve partiden ayrılır. Ali Ulvi Kurucu'ya bu konu hakkında şunları söylemiştir: "Azizim,
biz İttihatçıların tuttukları yolu beğenmeyip şikâyet edip ayrılıp
onlara muhaliftir, daha iyidir zannedip yanlarına gittiğimiz
arkadaşlarımız, meğer yine aynı İttihatçı zihniyetin insanları imişler.
Sadece, İttihatçılara bir düşmanlıkları var, o kadar. Yoksa düşünceleri
ahlâkları hep aynı…"
1913 Bâb-ı Âli
baskını, iktidarın sert tutumu ile İttihat ve Terakki Partisi'ne mensup
olanların kendisinin peşine düşerek öldürmeye teşebbüs etmeleri sonucu
Mustafa Sabri Efendi'nin başı, İttihatçılarla ciddi manada derde
girmiştir. Başından geçen o üzücü olayları kendisi şu şekilde anlatır:
"Bir
gün İttihatçıların bizim evi basıp beni tevkif edecekleri haberini
aldım. Yatsıdan sonraydı, kapı çalındı. Yağmurlu bir geceydi. Fatih
Çarşamba'da oturuyorduk. Ben hazırdım. Küçük kızım, kapıya cevap verdi.
Beni sordular; "Babam evde yok" dedi. Gelenler, "Kızım,
baban ikindiden sonra eve geldi. Bir daha çıkmadı. Biz evi tarassud
ediyoruz. Belki sen görmemişsindir; evin altına, üstüne bir bak" dediler; eve girmediler.
Ben
hemen, ailemin ve büyük kızımın yardımıyla dama çıktım. Evimizin arka
tarafında bir kereste tüccarının deposu vardı. Avlusu da kereste
doluydu. İçeride bir nöbetçi genç kalırdı. Beni soranlar, kızım tekrar,
"Evde yok" deyince, içeri girdiler, evi aradılar. Dama bakmak akıllarına
gelmedi. Evden çıkıp gittiklerini gördüm. Fakat tekrar eve dönüp
girmeyi münasip bulmadım. Yandaki binanın damına çıktım. Yanmayan, geniş
bir bacası vardı. Tepesini açtım. Yukardan aşağıya, bacadan yarı indim,
yarı düştüm…
Ben bacadan aşağı çatır çutur inince, çocuk korktu, kısık lambayı açtı, bana baktı, tanıyamadı, bağırmaya başladı. "Oğlum, korkma, ben komşu hocayım, bağırma!" dedimse de fayda etmedi. "Kim olursan ol, illâ çık! Sen bir yerden kaçıyorsun. Benim başıma belâ getirme. Odadan çık!"
Çocuk
beni odadan çıkardı. Yağmur da yağıyor. Allah Allah ne iştir bu başıma
gelenler! Neyse, tahtaların altında, kuytu bir yer buldum; oraya sindim.
Sabah ezanlarını bekliyorum. O zaman herkes sokağa çıkınca, ben de
çıkacağım. Şimdi belki bir gözetçi koymuşlardır, diye düşünüyorum.
Yahu geceler de, ne uzunmuş! Edebiyatta ibret alınacak ne beyitler vardır… İnsan ancak başına gelince anlıyor.
Şeb-i yeldâyı muvakkitle müneccim ne bilir,
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat.
Gecelerin
uzun mu kısa mı olduğunu, takvimi yapanlar, yıldızlara bakıp vakti
hesaplayanlar bilmez. Onlar, "Şu kadar saattir" der, gidip uyurlar. Sen onu, dertliye, hastaya, kaçana, saklanana, hapistekine sor…
O
ağaçların, kerestelerin altında geceyi geçirdim. Sabah oldu. Dışarıda
ayak sesleri duyulmaya başladı. Avlunun dış kapısını açtım, dışarı
çıktım… Yakındaki bir medresede talebelerim kalıyordu. Oraya gittim.
Hemen abdest alıp namazımı kıldım. Burada bir hafta kaldım.
Bizim
eve birini gönderip hem sağlık haberimi ulaştırdım, hem de, emin
dostumuz bir bakkal vardı, ona çamaşır bırakmalarını, aldıracağımı
söylettim. Bir hafta sonra, baktırdım, hâlâ beni arıyorlardı. Tanınmış
birçok muhalif de tevkif olunmuştu. Türkiye'de duramayacağımı anladım.
Komşumuz bir tüccar vasıtasıyla, Romanya'ya gidecek bir vapura bilet
aldırdım. Vakti gelince gizlice sahile inip bir kenardan kayıkla vapura
çıktım. Aramalara karşı, kömürlüğe inip saklandım. Kaptanla öyle anlaşma
yapılmıştı. Denize açılıp Türkiye karasularını geçtikten sonra,
giyindim; sarığımı sarıp güveryete çıktım.
O sırada, Romanya Kralı Karol, Bükreş'te bir cami yaptırmıştı. İstanbul'dan da bir heyet, caminin açılışına gitmekte imiş. Onlar da güvertede idiler. Mahmud Esad Efendi ile Yeraltı Camii İmamı Hafız Ali Efendi de vardı. Esad Efendi, açılışta Fransızca konuşma yapacak, Ali Efendi de Kur'ân-ı Kerim okuyacakmış…
Onlar beni görünce, heyete dâhil olduğumu zannettiler. Rıhtımda neden görüşmediğimize hayret ettiler. Ben de hiç renk vermedim"
Romanya'ya
giden Mustafa Sabri Efendi, orada da boş durmamış, hizmetlerine devam
etmiştir. Kırım'dan gelen Tatar gençlerine usul-i fıkıh ve belâgat
okutmaya başlar. Daha sonra ailesini de yanına aldıran Mustafa Sabri
Efendi'nin durumu tam iyiye gitmekte iken, I. Dünya savaşında
müttefikimiz olan Alman ordusu Bükreş'i işgal edince, İttihatçılar da
Mustafa Sabri Efendi'yi yakalayıp hapse götürürler. Bir süre Romanya'da
hapis yatar. Daha sonra da İstanbul'a, oradan da Gemlik'e götürürler.
Mustafa Sabri Efendi yaşadıklarını şu şekilde anlatır:
"…
Bir zaman sonra, beni aldılar, İstanbul'a doğru yola koyulduk.
Mahkemeye çıkacağız. Yanıma muhafız, iki zabit verdiler. İkisi de öyle
kibar, öyle insan, öyle efendi ki, subayın da böylesi olur muymuş!
İSTANBUL'DA İDAM TEHDİDİ
Derken İstanbul'a vardık. Zabitler bana sordular:
"Efendim, sizi Meclis'e mi götürelim, yoksa Harbiye Nezareti'ne mi? Rey sizin… Nereye isterseniz, oraya götüreceğiz."
Düşündüm. Meclis'e götürseler, Talât Paşa oradadır. Benimle alay edecek: "Hoca nedir bu hâl? Değer miydi bunlara? Seni biz hoca olarak görmek isterdik. Nedir bu siyaset, nedir bu hâl?" diyecek. Benimle alay edecekler.
Enver ne kadar saf ise, Talât da o kadar, zekidir, şeytandır.
Talat'ın istihzası, bana, Enver'in vereceği idam kararından daha ağır geldi.
"Harbiye'ye götürün, oğlum" dedim.
Harbiye Nezareti'ne geldik. Birisi benimle kaldı. Diğeri içeri gitti… Tam beş saat bekledik. Gitti gelmez…
İbriğim elimde, onunla abdest alıp vakti giren namazları kılıyorum.
Bu zaman zarfında bana, askerî mahkeme kuruyorlar ve beni idama mahkûm ediyorlar kanaati geldi.
DÜNYAYA VEDA NAMAZI
Azizim o beş saat içinde, ben ölümü gördüm. İnsan, "Allah'ı görür gibi ibadet etmek" manasına gelen "ihsan"a riayet ederek ibadet etse, tefekkür etse, günah mı işleyebilir? Gaflete mi düşebilir?
O
beş saat zarfında, gözümün önünden, neler geldi, neler geçti? Hayatta
neler yapılmak lâzım imiş de, yapılmamış. Fırsatlar değerlendirilmemiş…
Bunlar hep insanın gözünün önünden geçiyor.
GEMLİK SÜRGÜNÜ
…Beş
saatlik o bekleme sırasında, idam olunma ihtimali kuvvetlendikçe, öyle
düşündükçe, insanın üzerine, baygınlık gibi bir hâl geliyor. Âleminiz
değişiyor… Bir, meleklerin gelip de gözünüze görünmesi kalıyor… Artık
huzur-i İlâhî'ye çıkmak, meleklerin suale çekmesi kalıyor…
Ben o âleme dalmış gitmişken, beş saat sonra, neyse o genç zabit geldi:
"Hocam, Sinop'a mı, yoksa Gemlik'e mi gitmek istersiniz, diye soruyorlar" dedi.
Meğer, hakikate aralarında epey müzakere, münakaşa etmişler. Enver şöyle demiş:
"Bu
adamı idam etmeye kıyamam. Mücadelesini inancı, fikri uğruna yapıyor.
Yalnız bu günlerde, buralarda durmasın. Bir yerlere sürelim. Sorun
bakalım: Sinop'a mı, yoksa Gemlik'e mi gider?"
Ben, Gemlik'i seçtim."
Gemlik'teki
mecburî ikamet kararının daha sonra kaldırılması sonucu İstanbul'a
döner ve Süleymaniye Medresesi'nde Hadîs-i Şerif müderrisliği yapmaya
başlar.
ŞEYHÜLİSLÂM OLUŞU…
Aynı yıl yani 1918 senesinde kurulan Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye âzâlığına tayin edilir, Hürriyet ve İtilâf Fırkasının iktidara gelmesi sonucu 4 Mart 1919 tarihinde I. Damat Ferit Paşa kabinesinde Şeyhülislâm olur. 6 Haziran 1919'da Paris Konferansı'na giden Damad Ferid Paşa'nın yerine Sadrazam vekilliği yapar. Bu sırada Mustafa Kemal'in Sultan Vahdeddin
tarafından geniş yetkilerle Anadolu'ya gönderilmesine karşı çıkar
fakat buna engel olamaz. Mustafa Sabri Efendi, aynı yıl kabinenin
düşmesi üzerine Âyan (senato) azalığına atanır.
Cemiyet-i Müderrisîn'in başkanlığını da yapan Mustafa Sabri Efendi'nin kuruldaki arkadaşları arasında; Ermenekli Mustafa Safvet, İskilipli Mehmet Âtıf ve Bediüzzaman Said Nursî'de vardı. Fakat kısa bir müddet sonra bu görevinden ayrılır.
1920 senesinde II. Damat Ferid Paşa kabinesinde ikinci defa şeyhülislâmlığa getirilir ve Şûrâ-yı Devlet reisliğine vekâlet eder. Sevr Antlaşması'nın şartlarını görüşmek üzere Pâdişah tarafından toplanan Şûrâ-yı Saltanata katılmış ve antlaşmanın imzalanmasını savunanlar arasında yer almıştır. Ayrıca Anadolu'daki Millî Mücadele
hareketine karşı tedbirler alınmasını önerir. Teklifi kabul edilmeyince
ve bazı hususlarda kabine âzâları ile anlaşamadığından yine aynı yıl
görevinden istifa eder.
"Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, aslında istiklâl hareketine karşı değildi. Karşı gibi olup, son pâdişah Sultan VI. Muhammed Vahdettin Han
ile büyük dikkat göstererek istiklâl mücâdelesine ve mücâdelenin
merkezi Ankara'daki Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne el altından büyük
yardımlarda bulunuyordu. İşgal altındaki İstanbul'da, işgal kuvvetleri
tehlikesi olduğundan, doğrudan istiklâl hareketini savunamıyor ve yardım
yollayamıyordu. Doğrudan olması payitahtta nice felaketlere sebep
olabilirdi. Ancak Mustafa Sabri Efendi ve oğlu İbrahim Sabri, İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne mukâvemet gösterdikleri için Cumhuriyet'in ilânından sonra 150'likler
arasında yer almışlardı. [150'likler, Kurtuluş Savaşı sonrası mal
varlıklarına el konularak Türkiye'den sürülen insanlara verilen
isimdir.]"
DÖNMEMEK ÜZERE HİCRET…
Tüm bu olaylar sonucunda Sultan Vahdeddin,
Türkiye'yi terk etmek için İngiliz işgal kuvvetlerinden bir gemi ister.
Mustafa Sabri Efendi ve ailesi de bu gemi ile Türkiye'den ayrılmışlar.
Gemide Mustafa Sabri Efendi'den başka, Zeynelabidin Efendi, Filozof Rıza Tevfik, Refik Halid
ve bunların aileleri de bulunuyormuş. Pâdişahla birlikte İskenderiye'de
gemiden inerler fakat orada onları çok acı ve talihsiz bir olay
beklemektedir. Ali Ulvi Kurucu bu olay hakkında: "Oradaki
Türk konsolosu, artık Ankara'nın emriyle mi, yoksa kendi
işgüzarlığından, yeni idarecilere hulûs çakıp, bir mevki kapmak veya
saltanatçı olmadığını böylece ispat edip yerini muhafaza etmek için
midir, artık bilinmez; ayak takımından birilerini toplayıp bunlar
rıhtıma inerlerken, üzerlerine çürük yumurta ve domates attırmış…" diye Hatıralarında anlatmaktadır. Devamı şöyledir:
"Böyle nahoş bir şekilde İskenderiye'ye inip yerleşirler. Burada otururlarken, o zaman artık Hicaz Meliki diye söylenen, asi Mekke Emiri Hüseyin, pâdişahı ve yanındakileri Harameyn'e davet eder.
"Yalnız başınıza, garip olarak İskenderiye'de kalmaktansa, Mekke-i Mükerreme'ye, Medine-i Münevvere'ye buyurun" der. Bir de hususi vapur gönderir. Bu teklif kabul edilir ve heyet hep birlikte vapura binip Cidde'ye vâsıl olurlar."
Heyet
Arabistan'a yerleşir fakat Mustafa Sabri Efendi daha sonraları orada
kalmayı mahzurlu görür. Mustafa Sabri Efendi bu konu hakkında:
"Şüphelendim. Bir teşebbüs var. Başımıza bir çorap örülüyor, bir tuzak kuruluyor. (…) İngilizler, bize ikinci bir darbe vurmaya hazırlanıyorlar. Şerif Hüseyin'e halifeliği ilân ettirecekler. Hem
dünün halifesi ve hem dünün şeyhülislâmı olarak, bizler de onun
misafiriyiz, minnettarıyız ya, biz de onu kabul etmek zorunda kalacağız.
Böylece İslâm dünyasında bir fitne daha çıkacak. Bir halife İstanbul'da Abdülmecid Efendi, bir halife de burada, artık derdiniz bin olacak."
Bunları
söyleyen Mustafa Sabri Efendi, Sultan Vahdeddin ile konuyu konuşup, hep
birlikte oradan ayrılmaya karar verirler. Mustafa Sabri Efendi
Türklerin yaşadığı Yunanistan'ın Gümülcine şehrine, Sultan Vahdeddin ise
İtalya'ya giderler.
Ailesi ile birlikte Gümülcine'ye yerleşen Mustafa Sabri Efendi, orada oğlu İbrahim Sabri ile birlikte "Yarın" adında bir gazete neşrederek, İslâm dünyasının yöneldiği Batılılaşma hareketini şiddetle eleştirmeye başlar.
Ali Ulvi Kurucu bu konu hakkında Hatıralarında şunları anlatır:
"Mustafa Sabri Efendi, Yunanistan'daki hatıralarından bahsederken, Gümülcine'de bulunan Başmüftü Nevzad Efendi'den sitayişle bahseder: "Bazen bir insan, bir ülkeye bedel oluyor"
der, anlatırdı: "Müftü, kendisini Yunan hükümetine saydırmıştı. Hükümet
baskı yapamıyordu. Müslümanlar üzerinde de tesiri kuvvetliydi.
Kendisiyle görüştük. Böyle böyle bir gazete çıkaracağımızı söyledik. Hem
kabul etti hem de elinden gelen yardımı yaptı. Bize ev, ayrıca gazete
için yer temin etti. "Yarın"ı çıkarmaya başladık. O zat
sayesinde devam da edebildik. Müftü Efendi, gazeteyi, sınırdaki
çiftçiler, köylüler vasıtasıyla Türkiye'ye de sokuyordu. Bosna Hersek'e
de gönderiyordu. Çok gayretli bir adamdı.
"Yarın"ı
içeri girmesinden, dağılıp okunmasından, Türk hükümeti rahatsız oldu.
Tenkitlerimizden hoşlanmadı. Bunun için Yunan hükümetiyle görüşmelerde
bulundu."
"Bu gazete Ankara hükümetinin Yunanlılardan talepte bulunması üzerine kapanmaya mecbur kalmıştı. Mustafa Kemal Paşa ile Venizelos
arasında yapılan antlaşma sırasında ileri sürülen isteklerin en başında
bu gazetenin kapatılması şartı varmış. Ayrıca Sabri Efendi'nin hudut
dışına çıkarılması da isteniyormuş.
Yunan
hükümeti, Ankara hükümetinden daha insaflı davranarak, "dost bir devlete
zarar verdiğinden dolayı" gazeteyi kapatmasını istemekle birlikte,
sınır dışı etmemiş. Ancak Atina'da oturmasını şart koşmuş. Bunun üzerine
Hoca Efendi:
"Yunanistan'da yapılacak işimiz kalmadı" diyerek, bir Müslüman ülkeye gitmek istemiş. Fakat hiçbirinden vize alamamış… Şöyle diyor: "Birkaç
ay süren bu sıkıntılı zamanda, beni bir korku sardı. Atina'da ölürsem,
beni nereye gömecekler? Bir şeyhülislâm, Hıristiyan mezarlığına mı
gömülecek? Bu birkaç ay, ömrümün en felâketli zamanı oldu. Çok evham
ettim…"
Bu sırada beklenilmeyen bir şey
de olmuş: Hükümetin baskısını ve Sabri Efendi'nin Yunanistan'dan
ayrılmak üzere olduğunu duyan Yunan kilisesi ileri gelenleri, kendisini
ziyaret ederek, hükümetin buna hakkı olmadığını ve dava açmasını ve
kendilerinin ona destek olacaklarını bildirmişler. Sabri Efendi şöyle
diyor ki: "Bu yola başvursaydım, belki kalabilirdim. Ama nereye
gömüleceğim endişesi beni çok rahatsız etmişti. Ayrılmak için
teşebbüslerime devam ettim. Mısır, Şam, Bağdat ve daha Müslüman bilinen hükümetlere yazıp müracaat ettim. Hepsinden "özür mektupları" geldi. İsteğimi yerine getiremedikleri için özür beyan ediyorlardı. Tekrar yazdım:
"Yahu,
Müslümanların şeyhülislâmına bir lise pase veremeyecek kadar acz içinde
iseniz, o köşelerde ne diye oturuyorsunuz? Sizler, devlet başkanı,
hükümet reisi değil misiniz? Bu kadar acz içinde misiniz? Ölürsem nereye
gömüleceğim? Diye korkuyorum. Bir şeyhülislâmı, şu kadar yüz milyonluk
bir Müslüman dünyasının şeyhülislâmı ölecek de gâvur kabristanına
gömülecek, bunun mes'uliyeti, ârı, namusu kime aittir? Ne oturuyorsunuz o
köşelerde?" dedim."
Sonunda çaresiz
kalan Mustafa Sabri Efendi, oğlu İbrahim Sabri ile birlikte Mısır
konsolosuna giderler. Mustafa Sabri Efendi Arapça, İbrahim Sabri Bey ise
Fransızca olarak dertlerini anlatırlar. Durumdan etkilenen konsolos: "Ya
Mevlâna. Bu hâl Papa'nın başına gelseydi, Hıristiyan dünyasının alâkası
bugün ne olurdu acaba? Bu ne zillettir yahu. Bütün mes'uliyeti ben
üzerime alıyorum. İsterlerse bu vazifeden beni atarlar, isterlerse
hapsederler; siyasi cinayet işledim diye asarlar… her şeyi göze alarak,
size lise pase veriyorum…" diyerek büyük bir üstünlük ve cesaret göstererek Mustafa Sabri Efendi'ye yardım eder.
Hayatı
çilelerle dolu olan Mustafa Sabri Efendi 1922 senesinde ailesi ile
birlikte Kahire'ye yerleşir. Bu artık O'nun son hicreti olmuştur, fakat
sıkıntılı günler bitmez. Kahire'de de çok zor günler geçirirler. O zor
günleri Ali Ulvi Kurucu şöyle anlatıyor:
"Hoca
Efendi ve oğlu İbrahim Bey, aileleriyle birlikte Mısır'a giriyorlar.
Mısrul Cedîde mahallesinde bir ev bulup yerleşiyorlar. Fakat maddî
sıkıntı var. Mustafa Sabri Efendi, ilk birkaç ayı nasıl geçirdiklerini,
ne yiyip içtiklerini anlatırdı. Şikâyet etmez, anlatırken gülerdi.
En
ucuz şey, bir çuval kuru fasulye almışlar. Başka bir şey alacak
paraları yok. Tencereleri de yok. Bir çaydanlıkları varmış. Fasulyeyi bu
çaydanlıkta kaynatıp pişirip yiyorlar. Sonra yıkayıp çay yapıyorlarmış.
Birkaç ay böyle geçirmişler. Sonra İbrahim Bey, bir Ermeni kunduracıya
çırak olmuş."
Bu zor günlerin üzerine 6 Şubat 1924'te Mustafa Sabri Efendi'nin dersiâmlık maaşı kesilir ve 1 Haziran 1924'te de vatandaşlıktan çıkarılır.
Bu zor günlerin üzerine 6 Şubat 1924'te Mustafa Sabri Efendi'nin dersiâmlık maaşı kesilir ve 1 Haziran 1924'te de vatandaşlıktan çıkarılır.
Vatandaşlıktan çıkarılan Mustafa Sabri Efendi şu mısraları kaleme alır:
"…Bir acîb haber;
Karakuşlar karar vermişler beri ıskâta tâbiiyyetden.
İşidib kahkaha ile güldüm ben.
Ve teşekkürler etdim işte… fakat
Beni ıskât edenler etmiş halt…
Haydi oradan şaşkın-ı ızâm
Sizi çok bildiğim için tanımam.
Çook geç kaldınız… Beyhûde
Zahmet etmişsiniz şu mes'elede
Sizin olsun karanlık Enkaranız
Bana Metbû' olur mu hiç dinsiz
Bir hükûmet, ne haddi var zaten?
Ona tâbi değilim evvelden,
Buna âsârım elde şâhiddir;
Tâbiiyyet telaşı zâiddir."
Hayatının
son 32 yılını Kahire'de geçiren Mustafa Sabri Efendi, dinî ve ilmî
hizmetlerini orada da sürdürüp ders vermeye devam etmiş ve birçok da
eser telif etmiştir.
VEFATI
Dine
hizmet adına yerinden yurdundan olan, sürgün hayatı geçiren Mustafa
Sabri Efendi, çilelerle dolu bir ömür geçirmiş olmasına rağmen hiçbir
zaman bundan şikâyet etmemiştir. 7 Recep 1373 (12 Mart 1954) yılının Mi'rac sabahı Kahire'de Rahman'a kavuşmuştur.
Hacı Ali Kılıçalp
Mustafa Sabri Efendi'nin vefatı ile ilgili şunları anlatıyor: "Mustafa
Sabri Efendi 1954 senesinde Kahire'de vefat etti. Orada bulunan Türk
talebelerinin elleri üzerinde merasimi tertip edildi. Mısır ulemasının
da iştirakiyle Kahire kabristanlığına defnedildi. Üstad
Hazretleri(Bediüzzaman), "Hacı Ali, sen vazifeni yaptın" diye sevinmiş ve duada bulunmuşlardı."
Kaynak http://www.cevaplar.org
Kaynak http://www.cevaplar.org
Bulgaristan lı Ahmed Davudoğlu Hoca..
Ahmed Davudoğlu
1912 yılında Bulgaristan’ın Deliorman Bölgesindeki Şumnu vilâyetine bağlı “Kalaycı” köyünde doğdu. Fakir bir çiftçi olan babası, köyde Dâvûd Hasan ismiyle anılırdı. Babası, din âlimlerini sever, onlara son derece hürmet ve itaat gösterirdi. Dedesi Dâvud Ağa meşhur bir pehlivandı.
Annesi de son derece iyi kalpli, cömert, dindar bir insandı. Küçük Ahmet, yaramazlığından dolayı bir hocaya okunmaya götürülmüştü. Hoca Efendi “Bu çocukta okunacak bir şey yok. O Allah’a ibâdet ediyor. İnşâAllah büyüdüğü zaman din âlimi olacak.” demişti. Konuşmaya başladığında ilk öğrendiği şey “ezan, salavât duaları ve birkaç küçük sûre” olmuştu.
İlk öğrenimini doğduğu köy olan Kalaycı’da yaptı. Rüşdiyeye 1924’te Ekizce’de devam etti. Medresetü’nnüvâb’ın lise kısmını 1933’te, yüksek kısmını ise 1936’da Şumnu’da tamamladı. Medrese tahsilini ilk üç kişi arasında bitirdiği için aynı yıl Mısır’a gönderildi. Ezher Üniversitesi, Şeriat Fakültesi’ni de üstün başarıyla bitirdi. 3’ncü sınıfta iken, Mısır’dan hacca gitti. Mısır’a vardığı sene annesini kaybetmişti Kendisine haber verilmediği için, tahsilini tamamlayarak 1942 yılında Bulgaristan’a döndüğünde acı haberi aldı.
Bulgaristan’da kızıl işgal
Bir süre, kendisinin de okuduğu Nüvvab Medresesi’nin önce lise, sonra da yüksek kısmında öğretmenlik yaptı. Aynı okula 1944 yılında müdür olarak tayin edildi. Aynı yıl Rus kızılordusu Bulgaristan’ı işgal etti. Şumnu komünist idâresinin baskılarına ve anarşist öğrencilerin eylemlerine karşı mücâdele verdi. 1945 Mayıs’ında Türkiye lehine casusluk suçlamasıyla tutuklanarak Sofya’daki askerî mahkemede yargılandı. Kızıl Bulgar zindanlarındaki ağır işkencelere, sırf müslüman olduğu ve İslâm’ı yaşamaya, yaşatmaya gayret ettiği için tâbî tutulmuştu. Uğradığı büyük zulüm ve haksızlığa rağmen metânetini hiç kaybetmedi. Bir aylık hapis hayâtından sonra, Rositsa’daki toplama kampında baraj inşaatında çalıştırıldı. 17 Kasım 1945’te hastalığı sebebiyle serbest bırakılarak eski görevine iade edildi. Müdürlükten istifa ederek bir süre öğretmen olarak çalıştı. Bir yağmur duâsı sonrası vaazı sebebiyle, ömür boyu hapisle tehdit edilince, Türkiye’ye başarısız bir kaçma denemesinde bulundu. Güçlükle elde ettiği pasaportla 31 Aralık 1949’da hanımı ve iki kızı ile birlikte Türkiye’ye göç etti.
Türkiye günleri
Ahmed Davudoğlu hoca, önce Adapazarı’nda bir akrabasının yanına yerleşti. İstanbul’daki Yedikule, Küçükefendi Camii’nde imamlık, sonra İstanbul ve Ankara’da vâizlik yaptıktan sonra 1951’de Bursa’da Orhangâzi müftülüğüne, 1953’te ise tekrar İstanbul’a dönerek Fatih kütüphanesi ve Süleymâniye kütüphânesi memurluklarında bulundu. Bu arada İmam Hatip Okulu’nda ders verdi. 16 Kasım 1959 yılında açılan Yüksek İslâm Enstitüsü’nde ders vermeye başladı. Öğretmenlikle beraber müdür yardımcılığı ve müdürlük görevlerinde bulundu.
Fikir ve düşünceleri
Davudoğlu Hoca inançlarına bağlı, yaşayışındaki sâdelik ve alçak gönüllülüğü ile temâyüz eden bir İslâm âlimidir. Aşırı muhâfazakarlığı sebebiyle yenileşme hareketlerine karşı çıkmıştır. Ona göre din “neşvünemâ bulmakla değil ancak çelik gibi durmakla ilâhî vasfını muhâfaza etmiş ve edecektir; Yenilik taraftarları ise farkında olmadan dîni tahrip etmektedirler.” Onun bu fikirleri benimsemesinde, Şeyhu’l-İslâm Mustafa Sabri Efendinin dostu, Mısır ve Bulgaristan’daki karşılaştığı bazı uygulamaların büyük etkisi olmuştur.
Eserleri
•Buluğu’l-Meram (Selamet Yolları) Tercümesi
•Sahih-i Müslüm Tercüme ve şerhi
•Tibyan Tefsiri Tercümesi
•Mevkûfât Tercümesi
•Reddü’l-Muhtar (İbn-i Âbidîn) Tercümesi
•Ölüm Daha Güzeldi (Hatırâtı)
•Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri
•Kur’an-ı Kerîm Meâli
Tüm din kardeşlerine vasiyeti
Her şeyden evvel imanınızı korumaya çalışınız. Allah’a iman bize bahşedilen nimetlerin en büyüğüdür. O öyle paha biçilmez bir pırlantadır ki; kazanılması kolay fakat muhafazası son derece müşkildir. Çünkü insan ve cin şeytanlarından pek çok düşmanları vardır. Bunlar gece gündüz imanı sizden çalmak, sizi ondan ebediyen mahrum etmek isterler.
Şunu hiçbir zaman unutmayın! Peygamber Efendimiz hazretlerinin bundan 14 asır evvel haber verdiği kıyamet alametlerinin küçükleri bu gün tamamen zuhur etmiştir. Bundan sonra sıra büyüklerindedir. Şimdi ergenlik çağına yetişen çocuklar anne babalarının gözleri önünde Allah’ı inkar ediyor. Dünyadan imansız giden bu çocukların yeri Cennet mi Cehennem mi? Anneler babalar bunun cevabını vermek zorundalar. Kendimizden mesul olduğumuz gibi evlatlarımızdan da mesulüz. Hangi anne baba yavrusunun ateşte yanmasına tahammül edebilir. İlk vazifemiz, imanımızı, çoluk çocuğumuzun imanını, temin ve muhafaza olmalıdır. Ondan sonra onun icatlarını birer birer yerine getirmeye gayret ediniz. Müslüman, kulluk edeceğine Allah’ına söz veren insandır. Bu sözü verip de ona kulluk etmeyen yalan söylemiş hilebazlık etmiş olur ki karşılığında cezayı hak eder. Çocuklarınıza dinlerini muhakkak öğretin. İbadetlerini yerli yerince bilerek tatbik etsinler. Onlara İslam adab ve terbiyesi üzerine yetiştirin. Bu vazifeleriniz çocuk dünyaya geldikten itibaren başlar. Ve hayatınız boyunca devam eder. İlk yapacağınız iş ona bir müslüman adı koymaktır. 5-6 yaşlarına girince namaza alıştırın 10 yaşına vardığında namaz kılmazsa onu hafifçe cezalandırın. Peygamber Efendimizin mübarek emri budur. Kur’an okumayı asla ihmal etmeyin. Zira Kur’an müslümanın her şeyidir. Yediğimiz ve yedirdiğimiz lokmaların haram mı yoksa helal mi olduğuna dikkat ediniz. Helale helal , harama haram deyin. Çünkü bunun aksini iddia küfürdür.
Kız çocuklarının terbiyesine, tesettürüne hususi önem veriniz. Kıyamete yakın “giyinmiş çıplak” kadınlar zuhur edeceğini Peygamber Efendimiz 14 asır önce haber vermiştir. Bu gün bu mucize aynen zuhur etmiştir. Avrupa taklitçiliği çok tehlikeli bir hal almıştır. Bu gün adette, giyimde vs. hususta küffarı taklit moda olmuştur. Müslüman bilnen bir çok aileler Noel Baba, yılbaşı ve salon düğünü gibi şeylerde gayri müslimlerden aşağı kalmıyorlar. Halbuki Peygamber Efendimiz “Her kim bir kavime benzerse o da onlardandır.” buyurmuşlardır.
Talebelerine vasiyeti
Tedrisat sıralarında talebeye yaptığım tavsiyeleri burada da tekrarlıyorum. Sakın Ehl-i Sünnet Vel Cemeat yolundan ayrılmasınlar. Zira bu takdirde hakkımı helal etmem.
Talebeme ve diğer din kardeşlerime şahsi vasiyetim şudur ki: Hayatım da Cenab-ı Haktan benim için hüsnü hatime, ölümümde de af ve mağfiret dilesinler beni hayır dua dan mahrum etmesinler . Vefatımı duyanlar cenaze namazıma koşsunlar. Buralarda ölürsem Hz. Ebu Eyyüb El Ensarî kabristanına defin olunmamı vasiyet ederim. Cenazemde bid’atlere yer verilmemesini isterim. Varislerim imkan bulurlar da devrimi yaptırırlarsa memnun olurum. Bütün din kardeşlerim ahiret haklarını bana helal etsinler. Allah cümlesinden râzı olsun.
Kaynakça:
1- Ölüm Daha Güzeldi, Ahmet Davudoğlu, İst. 1979.
2- TDV İslam Ansiklopedisi, c. 9, s. 52-53.
http://muhacirin.blogcu.com/baslik-ahmet-davudoglu/1692166
1912 yılında Bulgaristan’ın Deliorman Bölgesindeki Şumnu vilâyetine bağlı “Kalaycı” köyünde doğdu. Fakir bir çiftçi olan babası, köyde Dâvûd Hasan ismiyle anılırdı. Babası, din âlimlerini sever, onlara son derece hürmet ve itaat gösterirdi. Dedesi Dâvud Ağa meşhur bir pehlivandı.
Annesi de son derece iyi kalpli, cömert, dindar bir insandı. Küçük Ahmet, yaramazlığından dolayı bir hocaya okunmaya götürülmüştü. Hoca Efendi “Bu çocukta okunacak bir şey yok. O Allah’a ibâdet ediyor. İnşâAllah büyüdüğü zaman din âlimi olacak.” demişti. Konuşmaya başladığında ilk öğrendiği şey “ezan, salavât duaları ve birkaç küçük sûre” olmuştu.
İlk öğrenimini doğduğu köy olan Kalaycı’da yaptı. Rüşdiyeye 1924’te Ekizce’de devam etti. Medresetü’nnüvâb’ın lise kısmını 1933’te, yüksek kısmını ise 1936’da Şumnu’da tamamladı. Medrese tahsilini ilk üç kişi arasında bitirdiği için aynı yıl Mısır’a gönderildi. Ezher Üniversitesi, Şeriat Fakültesi’ni de üstün başarıyla bitirdi. 3’ncü sınıfta iken, Mısır’dan hacca gitti. Mısır’a vardığı sene annesini kaybetmişti Kendisine haber verilmediği için, tahsilini tamamlayarak 1942 yılında Bulgaristan’a döndüğünde acı haberi aldı.
Bulgaristan’da kızıl işgal
Bir süre, kendisinin de okuduğu Nüvvab Medresesi’nin önce lise, sonra da yüksek kısmında öğretmenlik yaptı. Aynı okula 1944 yılında müdür olarak tayin edildi. Aynı yıl Rus kızılordusu Bulgaristan’ı işgal etti. Şumnu komünist idâresinin baskılarına ve anarşist öğrencilerin eylemlerine karşı mücâdele verdi. 1945 Mayıs’ında Türkiye lehine casusluk suçlamasıyla tutuklanarak Sofya’daki askerî mahkemede yargılandı. Kızıl Bulgar zindanlarındaki ağır işkencelere, sırf müslüman olduğu ve İslâm’ı yaşamaya, yaşatmaya gayret ettiği için tâbî tutulmuştu. Uğradığı büyük zulüm ve haksızlığa rağmen metânetini hiç kaybetmedi. Bir aylık hapis hayâtından sonra, Rositsa’daki toplama kampında baraj inşaatında çalıştırıldı. 17 Kasım 1945’te hastalığı sebebiyle serbest bırakılarak eski görevine iade edildi. Müdürlükten istifa ederek bir süre öğretmen olarak çalıştı. Bir yağmur duâsı sonrası vaazı sebebiyle, ömür boyu hapisle tehdit edilince, Türkiye’ye başarısız bir kaçma denemesinde bulundu. Güçlükle elde ettiği pasaportla 31 Aralık 1949’da hanımı ve iki kızı ile birlikte Türkiye’ye göç etti.
Türkiye günleri
Ahmed Davudoğlu hoca, önce Adapazarı’nda bir akrabasının yanına yerleşti. İstanbul’daki Yedikule, Küçükefendi Camii’nde imamlık, sonra İstanbul ve Ankara’da vâizlik yaptıktan sonra 1951’de Bursa’da Orhangâzi müftülüğüne, 1953’te ise tekrar İstanbul’a dönerek Fatih kütüphanesi ve Süleymâniye kütüphânesi memurluklarında bulundu. Bu arada İmam Hatip Okulu’nda ders verdi. 16 Kasım 1959 yılında açılan Yüksek İslâm Enstitüsü’nde ders vermeye başladı. Öğretmenlikle beraber müdür yardımcılığı ve müdürlük görevlerinde bulundu.
Fikir ve düşünceleri
Davudoğlu Hoca inançlarına bağlı, yaşayışındaki sâdelik ve alçak gönüllülüğü ile temâyüz eden bir İslâm âlimidir. Aşırı muhâfazakarlığı sebebiyle yenileşme hareketlerine karşı çıkmıştır. Ona göre din “neşvünemâ bulmakla değil ancak çelik gibi durmakla ilâhî vasfını muhâfaza etmiş ve edecektir; Yenilik taraftarları ise farkında olmadan dîni tahrip etmektedirler.” Onun bu fikirleri benimsemesinde, Şeyhu’l-İslâm Mustafa Sabri Efendinin dostu, Mısır ve Bulgaristan’daki karşılaştığı bazı uygulamaların büyük etkisi olmuştur.
Eserleri
•Buluğu’l-Meram (Selamet Yolları) Tercümesi
•Sahih-i Müslüm Tercüme ve şerhi
•Tibyan Tefsiri Tercümesi
•Mevkûfât Tercümesi
•Reddü’l-Muhtar (İbn-i Âbidîn) Tercümesi
•Ölüm Daha Güzeldi (Hatırâtı)
•Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri
•Kur’an-ı Kerîm Meâli
Tüm din kardeşlerine vasiyeti
Her şeyden evvel imanınızı korumaya çalışınız. Allah’a iman bize bahşedilen nimetlerin en büyüğüdür. O öyle paha biçilmez bir pırlantadır ki; kazanılması kolay fakat muhafazası son derece müşkildir. Çünkü insan ve cin şeytanlarından pek çok düşmanları vardır. Bunlar gece gündüz imanı sizden çalmak, sizi ondan ebediyen mahrum etmek isterler.
Şunu hiçbir zaman unutmayın! Peygamber Efendimiz hazretlerinin bundan 14 asır evvel haber verdiği kıyamet alametlerinin küçükleri bu gün tamamen zuhur etmiştir. Bundan sonra sıra büyüklerindedir. Şimdi ergenlik çağına yetişen çocuklar anne babalarının gözleri önünde Allah’ı inkar ediyor. Dünyadan imansız giden bu çocukların yeri Cennet mi Cehennem mi? Anneler babalar bunun cevabını vermek zorundalar. Kendimizden mesul olduğumuz gibi evlatlarımızdan da mesulüz. Hangi anne baba yavrusunun ateşte yanmasına tahammül edebilir. İlk vazifemiz, imanımızı, çoluk çocuğumuzun imanını, temin ve muhafaza olmalıdır. Ondan sonra onun icatlarını birer birer yerine getirmeye gayret ediniz. Müslüman, kulluk edeceğine Allah’ına söz veren insandır. Bu sözü verip de ona kulluk etmeyen yalan söylemiş hilebazlık etmiş olur ki karşılığında cezayı hak eder. Çocuklarınıza dinlerini muhakkak öğretin. İbadetlerini yerli yerince bilerek tatbik etsinler. Onlara İslam adab ve terbiyesi üzerine yetiştirin. Bu vazifeleriniz çocuk dünyaya geldikten itibaren başlar. Ve hayatınız boyunca devam eder. İlk yapacağınız iş ona bir müslüman adı koymaktır. 5-6 yaşlarına girince namaza alıştırın 10 yaşına vardığında namaz kılmazsa onu hafifçe cezalandırın. Peygamber Efendimizin mübarek emri budur. Kur’an okumayı asla ihmal etmeyin. Zira Kur’an müslümanın her şeyidir. Yediğimiz ve yedirdiğimiz lokmaların haram mı yoksa helal mi olduğuna dikkat ediniz. Helale helal , harama haram deyin. Çünkü bunun aksini iddia küfürdür.
Kız çocuklarının terbiyesine, tesettürüne hususi önem veriniz. Kıyamete yakın “giyinmiş çıplak” kadınlar zuhur edeceğini Peygamber Efendimiz 14 asır önce haber vermiştir. Bu gün bu mucize aynen zuhur etmiştir. Avrupa taklitçiliği çok tehlikeli bir hal almıştır. Bu gün adette, giyimde vs. hususta küffarı taklit moda olmuştur. Müslüman bilnen bir çok aileler Noel Baba, yılbaşı ve salon düğünü gibi şeylerde gayri müslimlerden aşağı kalmıyorlar. Halbuki Peygamber Efendimiz “Her kim bir kavime benzerse o da onlardandır.” buyurmuşlardır.
Talebelerine vasiyeti
Tedrisat sıralarında talebeye yaptığım tavsiyeleri burada da tekrarlıyorum. Sakın Ehl-i Sünnet Vel Cemeat yolundan ayrılmasınlar. Zira bu takdirde hakkımı helal etmem.
Talebeme ve diğer din kardeşlerime şahsi vasiyetim şudur ki: Hayatım da Cenab-ı Haktan benim için hüsnü hatime, ölümümde de af ve mağfiret dilesinler beni hayır dua dan mahrum etmesinler . Vefatımı duyanlar cenaze namazıma koşsunlar. Buralarda ölürsem Hz. Ebu Eyyüb El Ensarî kabristanına defin olunmamı vasiyet ederim. Cenazemde bid’atlere yer verilmemesini isterim. Varislerim imkan bulurlar da devrimi yaptırırlarsa memnun olurum. Bütün din kardeşlerim ahiret haklarını bana helal etsinler. Allah cümlesinden râzı olsun.
Kaynakça:
1- Ölüm Daha Güzeldi, Ahmet Davudoğlu, İst. 1979.
2- TDV İslam Ansiklopedisi, c. 9, s. 52-53.
http://muhacirin.blogcu.com/baslik-ahmet-davudoglu/1692166
Süleyman Hilmi Tunahan Hz.
Süleyman Hilmi Tunahan
Son devir din âlim ve velîlerinden.
Adı Süleymân Hilmi, soyadı Tunahan'dır.
Babası zamânın müderrislerinden Hâfız Osman Efendidir. Soyu Fâtih Sultan Mehmed Hanın "Tuna Hanı" olarak tâyin ettiği ve kendi kız kardeşi ile evlendirdiği İdris Beye dayanmaktadır. 1888 (H.1306) senesinde Silistre'nin Ferhatlar köyünde doğdu. 1959 (H.1379) senesinde İstanbul'da vefât etti. Karacaahmed Kabristanındadır.
Babası Osman Efendi tahsîlini İstanbul'da tamamladıktan sonra Silistre'ye giderek meşhûr Satırlı Medresesinde yıllarca müderrislik yaptı.
Son derece parlak bir zekâya sâhib olan Süleymân Hilmi Tunahan, 1919 senesinde Medresetü'l-Mütehassısîn'den birincilikle mezûn oldu. Aynı yıllarda Medresetü'l-Kuzâtı (Hukuk Fakültesini) da üstün bir derece ile bitirdi. Böylece bir taraftan dersiâm diğer taraftan da kâdılık rütbelerine ulaşarak devrinin zâhirî ilimlerini tamamladı. Mezûniyetini müteâkip İstanbul'da dersiâm olarak vazîfeye başlayan Süleymân Hilmi Tunahan bir müddet sonra medreselerin kapatılması üzerine vâizliğe tâyin edildi. Uzun müddet İstanbul'un Sultanahmet, Süleymâniye, Yeni Câmi, Şehzâdebaşı ve Piyâle Paşa gibi büyük câmilerinde halka vâz ederek insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı.
Tasavvuf yolunda Selâhüddîn ibni Mevlânâ Sirâcüddîn Efendinin sohbetlerine devâm ederek yetişti. Süleymân Hilmi Tunahan'ın tasavvufî yönüyle ilgili olarak, dâmâdı ve bağlısı Kemâl Kaçar tarafından Necip Fâzıl Kısakürek'e verdiği notlardan bir bölümü şöyledir:
"Süleymân Efendinin bâtın ilmine yâni tasavvuftaki mânevî cephesine gelince, şüphesiz bu husus ehline mâlumdur.Zâhirî akıl ve zekâ ile idraki mümkün olamaz. Öyle ki, bir insan müslüman olabilir, tahsilli ve akıllı olabilir. Hattâ iç hayâtı münkir olamaz da yine tasavvuf ve irşâda ehil bir zât ile karşılaştığı halde, o zât ilâhî irâdeyle kendisini ona bildirmezse, dünyâlar bir araya gelse onun feyzlerinden haberdâr olamazlar. Bizim ise kendisinin mânevî cephesi üzerinde zerrece tereddüdümüz yoktur. Biz bu noktayı ilmelyakîn biliyoruz. Kendisinin tasarrufunu ve rûh melekeleri üzerindeki tesirini öz rûhumuzda ve vücûdumuzda hissetmiş, enfüsî ve kevnî kerâmetlerinin üstün irşâd hârikalarını fiil hâlinde ve hakkıyla müşâhede etmiş bulunuyoruz. Allah'ın bu husustaki inâyet ve lütfuna mazhar olduğumuza, kendilerinin kâmil ve mükemmel mürşid olduğuna Silsile-i sâdâd=Büyükler zinciri kolundan otuz ikinci ferdi Selâhüddîn ibni Mevlânâ Sirâcüddîn hazretlerinin cismânî nisbet, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin de rûhânî nisbetle vârisleri bulunduğuna îmânımız tamdır. Kendisinin bu cephesini anlamayanların, hiç olmazsa aksini iddiâ etmemelerini ve kendisinde bir mürşid hâli görmediklerini söylemekten çekinmelerini, dünyâ ve âhiret yıkımına uğramamaları bakımından tavsiye ederiz."
Zâhirî ve bâtınî yönden yüksek derece sâhibi olan SüleymânHilmi Tunahan, îtikâdda Ehl-i sünnet, amelde Hanefî mezhebine, tasavvufta Nakşibendiyye yoluna mensûb idi. Ehl-i sünnet vel-cemâate son derece bağlıydı. Kendisinden feyz alan talebeleri ile vâz ve sohbetlerine devâm eden kimselere en büyük tavsiyesi; "Ehl-i sünnet vel-cemâat" akîdesine ihlâs ve samîmiyetle bağlı olmalarıydı.
Yetmiş iki senelik ömrü boyunca İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek ve insanlara anlatarak onların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmalarına vesîle olan Süleymân Hilmi Tunahan 16 Eylül 1959 senesinde İstanbul'da Kısıklı'daki evinde vefât etti. Karacaahmet Kabristanlığına defnedildi. (
18 Şubat 2013
17 Şubat 2013
MUAZ BİN CEBEL ( radıyallahü anh )
MUAZ BİN CEBEL ( radıyallahü anh )
Eshâb-ı
kiramın büyüklerinden, helâl ve haram ilmini en iyi bilenlerden. Adı,
Muaz bin Cebel bin Amr bin Evs bin Âbid bin Adiy bin Ka’b el-Ensârî’dir.
Künyesi Ebû Abdullah’dır. Milâdî 605 senesinde Medine’de doğdu.
Hicretin
18. (m. 640) yılında Kudüs ile Remle arasındaki Amvas köyünde vefât
etti. İkinci Akabe bîatinde, kendi canlarını ve mallarını korudukları
gibi Peygamberimize yardım ederek İslâmiyete hizmet edeceklerine söz
verip, müslüman olan yetmiş Medineli’den birisi de Muaz bin Cebel’dir (
radıyallahü anh ). Onsekiz yaşında iken müslüman oldu. Peygamberimiz (
aleyhisselâm ) ve Eshâb-ı kiram Mekke’den Medine’ye hicret ettiklerinde
bütün malları ve mülkleri Mekke’de kalmıştı. Peygamberimizin emirleriyle
Medine’de bulunan müslümanlar, Mekke’den hicret eden müslümanlarla
kardeşlik kurarak evlerini, mallarını ve eşyalarını paylaştılar. Muaz
bin Cebel de, ( radıyallahü anh ) Abdullah bin Mes’ûd ve Ca’fer-i Tayyar
ile kardeşlik kurmuştu. Hazreti Muaz bin Cebel, Ensâr adı verilen
Medineli müslümanlardandır. Hazreti Muaz bin Cebel, Bedir, Uhud, Hendek,
Benî Kureyza savaşlarına ve Hayber’in fethine katılmıştı. Mekke’nin
fethinde de bulundu ve bundan sonra yapılan Huneyn savaşı sırasında
Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) onu Mekke’de emir olarak bıraktı, halka
Kur’ân-ı kerîm öğretmesini ve dîni esasları anlatmasını emretti. Bu
vazîfesini yapıp Medine’ye döndükten sonra da Kur’ân-ı kerîmi ve din
bilgilerini öğretmeye devam etti.
Peygamber
efendimiz ( aleyhisselâm ) müslüman beldelerine vâli ve zekât tahsil
memurları gönderdiği sıralarda, bir gün sabah namazından sonra Eshâb-ı
kirama dönerek“İçinizden hanginiz Yemen’e gider?” buyurdu. Hazreti Ebû Bekir. “Ben giderim yâ Resûlallah” dedi. Peygamberimiz bir müddet sonra, “Hanginiz Yemen’e gider?” buyurdu.
Bu sefer Hazreti Ömer “Ben giderim Yâ Resûlallah” dedi. Peygamberimiz (
aleyhisselâm ) biraz sonra tekrar “İçinizden Yemen’e kim gider?”
buyurdu. Muaz bin Cebel ( radıyallahü anh ) ayağa kalkıp, “Yâ Resûlallah! Ben giderim” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) “Ey Muaz! Bu vazîfe senindir.” buyurdu.
Bütün malını, cihâd için Allah yolunda harcayan Muaz bin Cebel, (
radıyallahü anh ), Yemen’de vâlilik yapmak, halka İslâmiyeti anlatmak,
Kur’ân-ı kerîmi öğretmek ve Yemen ülkesinde toplanan zekât mallarını
vazîfelilerden teslim almak ve onların arasındaki ihtilafları çözüp
hükme bağlamak üzere Yemen’e gitmek için hazırlandı. Yola çıkmadan önce
Peygamberimiz O’na şöyle buyurdu: “Sen ehl-i kitaptan (yahudilerden ve hıristiyanlardan) olan bir kavimle karşılaşacaksın. Onların yanına varınca, önce, onları Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammedin ( aleyhisselâm )Allah’ın Resûlü olduğunu tasdîke (inanmaya) davet
et. Eğer bunu kabûl ederlerse onlara, Allah’ın beş vakit namazı farz
kıldığını haber ver. Bunu da yaptıkları takdîrde, Allah’ın zenginlerin
fakîrlere zekât vermesini emrettiğini bildir. Bunu da kabûl ederlerse
zekat alırken sakın mallarının (sadece) en iyilerini seçme! Mazlûmun ahını almaktan çekin. Çünkü Allah mazlûmun duâsını (ahını, hemen kabûl eder.)”
Hazreti
Muaz diyor ki: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) onlardan, her 30 sığırdan
bir yaşında erkek veya dişi bir dana, her bülûğ çağındaki gayri
müslimden de, bir dinar veya onun dengi Yemen kumaşı, yağmur suyu ile
sulanan her mahsûlden öşür (onda bir) ve ücretle sulanan şeylerden de
yarım öşür (yirmide bir) alınmasını emretti.
Muaz
bin Cebel, ( radıyallahü anh ) Yemen’e gitmek üzere yola çıkınca
Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) yanında bir miktar yürüdü ve
vedalaşırken “Yâ
Muaz, sen belki bu seneden sonra beni bir daha göremezsin. Belki
dönüşünde burada benim mescidime ve kabrime ziyârete gelirsin” buyurdu. Bunu işiten Muaz bin Cebel ( radıyallahü anh ) hüzünle gözyaşı dökmeye başlayınca, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ): “Ağlama, Yâ Muaz!.. Bana yakın olanlar (tam bağlı olanlar), nerede olursa olsunlar Allah’a hakkıyla kulluk edenlerdir.” buyurdu ve sonra da şöyle sordu: “Sana bir dâva getirilip insanlar arasında hüküm verirken ne ile hüküm vereceksin?” Hazreti Muaz bin Cebel: “Allah’ın kitabı (Kur’ân-ı kerîm) ile hüküm veririm” dedi.“Ya O’nda açıkça bulamazsan?” buyurunca, “Peygamberin ( aleyhisselâm ) sünneti ile hüküm ederim” dedi. “Ya onda da açıkça bulamazsan” buyurunca, “İctihâd ederek, anladığımla hükmederim” dedi.
Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) Muaz bin Cebel’in bu cevabından dolayı çok memnun kalarak mübârek elini O’nun göğsüne koyup: “Elhamdülillah! Allahü teâlâ, Resûlünün elçisini, Resûlullah’ın rızasına uygun eyledi.” buyurdu. Sonra Hazreti Muaz bin Cebel’e şöyle duâ etti: “Cenâb-ı Hak seni her taraftan gelecek musibetlerden muhafaza buyursun, insanların ve cinlerin şerrini senden uzaklaştırsın” ve “Senin sebebinle Allahü teâlânın bir kişiyi hidâyete erdirmesi senin için dünyâdan hayırlıdır.” buyurdu.
Hazreti
Muaz bin Cebel, Yemen’de uzun müddet kaldı. Kendisine verilen vazîfeyi
yerine getirdi. Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) vefâtını da orada iken
haber aldı. Daha sonra Yemen’deki hizmetini tamamlayıp, Medine’ye dönen
Muaz bin Cebel ( radıyallahü anh ), Hazreti Ebû Bekir’in halifeliği
sırasında Medine’de kaldığı müddetçe Hazreti Ebû Bekir onu seçtiği
müşavere (danışma) heyetine aldı. Bu sırada Suriye taraflarına da
giderek hem oralarda yapılan savaşlara katıldı, hem de insanlara din
bilgilerini ve Kur’ân-ı kerîmi öğretti.
Hazreti
Ömer’in halifeliği sırasında Kilâboğulları beldesine zekât memuru
olarak, sonra da Suriye taraflarında din bilgilerini ve Kur’ân-ı kerîmi
öğretmekle vazîfelendirildi. Filistin bölgesinde bu vazîfesinde iken
burada çıkan tâûn (veba) hastalığı salgınına yakalanarak otuzsekiz (38)
yaşında iken vefât etti.
Hazreti
Muaz bin Cebel’in fazîleti, üstünlüğü çoktur. Onu Resûlullah (
aleyhisselâm ) birçok hadîs-i şerîflerinde medhetmiş, övmüştür. “Muaz bin Cebel ( radıyallahü anh ), ümmetimin âlimlerindendir ve çok yüksektir.”
“İnsanlar arasında, Allahü teâlânın helâl ve haram ettiklerini en iyi bilen Muaz bin Cebel’dir.”
“Kur’ân-ı kerîmi şu dört kimseden alınız (öğreniniz): Muaz bin Cebel ( radıyallahü anh ), Ubey bin Kâ’b, Abdullah bin Mes’ûd ve Sâlim Mevlâ Huzeyfe.”
“Muaz kıyâmette ümmetimin âlimlerinin bir adım önlerinde mahşer yerine gelecektir.”
Eshâb-ı
kiramdan Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) diyor ki: “Kur’ân-ı kerîmi
şu dört kimse toplamıştır. Ubey bin Kâ’b, Muaz bin Cebel ( radıyallahü
anh ), Zeyd bin Sabit ve Ebû Zeyd. Bunların dördü de Ensârdandır.
Hz.Übey Bin Ka'b (R.a)
Hz.Übey Bin Ka'b (R.a)
Sahabe-i kiramın büyüklerinden biri olup Rasûlüllah (s.a.s)'ın vahiy kâtiplerindendir. Übey (r.a)'in babasının adı Ka'b, annesinin ismi Suheyle'dir. İki künyesi vardir: Ebu'l-Münzir ve Ebu't Tufeyl. Medineli olup Hazrec kabilesinin Neccâroğulları kolundandır. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir.
Übey b. Ka'b'ın Müslümanlığı kabul etmesi Rasulüllah(s.a.s)'ın Medine'ye hicret etmesinden önce, Akabe biatlarında olmuştur. Übey b. Ka'b ikinci Akabe biatında Rasûlüllah (s.a.s)'e biat eden yetmiş kişi içerisinde idi. Rasûlüllah (s.a.s) Medineli Müslümanlar arasında yapmış olduğu kardeşlik antlaşmasında Übey b. Ka'b ile Aşere-i Mübeşşere (Cennetle müjdelenen on kişi) den Said b. Zeyd'i kardeş yaptı. Übey, Rasûl-i Ekrem ile Bedir, Uhud, Hendek ve diğer bütün muharebelere katıldı. Uhud muharebesinde kendisine bir ok isabet etmiş, Rasûlüllah (s.a.s) ona bir tabib göndermiş, tabib okun girdiği yerdeki damarı keserek üzerini dağlamıştı. Bu suretle Übey b. Ka'b bu arızadan kurtulmuş oldu (bk. Müslim, Selam, 73-74).
Übey b. Ka'b cahiliyye döneminde de okuma yazma bilen az sayıdaki kimselerden biri idi (İbn Sa'd, Tabakat, I, 498). Rasulüllah(s.a.s) Medine'ye hicret edince, orada, ensar içerisinde yazılarını ilk yazan Übey b. Ka'b olmuştur (İbn Seyyidi'n-Nas, II, 315). Yazdığı yazıların sonuna "filan oğlu filan yazdı" diyenlerin de ilki idi (İbnü'l-Esir, Üsdu'l-Gabe).
Şu halde Medine döneminde Rasulüllah(s.a.s)'a gelen vahyi ilk yazan Übey b. Ka'b olmuştur. Übey b. Ka'b olmadığı zaman Zeyd b. Sabit yazardı. Peygamber Efendimiz (s.a.s) ilahi vahyi Cebrail (a.s)'dan aldığı zaman, Übey b. Ka'b onu daha yazının ıslaklığı üzerinde iken ezberler, Rasûlüllah (s.a.s)e okurdu (Zehebî, Siyer, I, 280) Übey ashabın en alimlerindendi. Tabiinin büyük bilginlerinden olan Mesruk (663/683) şöyle derdi: "Rasûlüllah (s.a.s)'in ashabıyla görüştüm. İlimlerinin şu altı kişiye dayandığını gördüm: Ali, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit, Übey b. Ka'b ve Ebu'd-Derdâ "( İbn ü'l-Kayyim, i'lâmu'l-Muvakkiîn, I, 16).
Übey b. Ka'b, Kur'an-ı Kerîm'i en iyi okuyan sahabîlerden idi. Peygamber Efendimiz (s.a.s) "Ümmetimin en iyi okuyanı Übey'dir." (Zehebî, Siyer, I, 392) buyurmuştur. Bu sebeple Seyyidü'l-Kurra (okuyucuların efendisi) lakabıyla tanınmıştı. Kur'an-ı Kerîm'i sekiz gecede hatmederdi. Rasulüllah(s.a.s)'in zamanında Kur'an'ı cem' ederek ona arzeden sayılı sahabîlerden biri idi. Nitekim Enes b. Malik, "Rasûlüllah (s.a.s) zamanında Kur'an'ı dört kişi hıfzetmiş olup hepsi de ensardandı. Bunlar: Übey b. Ka'b, Muaz b. Cebel, Ebû Zeyd ve Zeyd b. Sabit'tir" (Buharî, Menakibu'l Ensar 17; Tirmizî, Menâkib 33) demiştir.
Übey b. Ka'b, Rasûlüllah (s.a.s)'in ashabına Kur'an'ı kendilerinden öğrenmelerini tavsiye ettiği dört kişiden biridir. Abdullah b. Amr b. As'dan şöyle rivâyet edilmiştir: Rasulüllah(s.a.s)'in şöyle buyurduğunu işittim: "Kur'an'ı dört kişiden alın (öğrenin). Abdullah b. Mes'ud'dan,-Rasulüllah(s.a.s) önce bunu zikretti, Ebu Nuzeyfe'nin mevlası Salim den, Muaz b. Cebel'den ve Übey b. Ka'b'dan" (Buharî, Menakibu'I-Ensar,16). Bu dört sahabîden Muaz ile Übey ensardan, Abdullah b. Mes'ud ile Salim ise muhacirlerdendir.
Rasûlüllah (s.a.s) Übey b. Ka'b'ı, Kur'an-ı Kerim'i iyi bilen bir sahabî olması sebebiyle öğretmen olarak tayin etmişti. Mescid-i Nebevi'de Kur'an-ı Kerîm'i öğretirdi. Aralarında Ebu Hureyre ve İbn Abbas'ın da bulunduğu bir çok sahabînin hocalığını yapmıştır. O, Kur'an-ı Kerîm'i öğretmesi karşılığında her hangi bir maddi şey de almazdı. Nitekim ondan şöyle rivâyet edilmiştir: "Muhacirlerden birine Kur'an öğretmiştim. Bu zat bana bir yay hediye etti. Ben bunu Rasûlüllah (s.a.s)'e anlatınca: "Onu alırsan ateşten bir yay almış olursun" buyurdu. Ben de yayı sahibine geri verdim"(İbn Mace, Ticarât, 8).
Übey b. Ka'b, Kur'an'ın lafızlarının eda keyfiyetini, kıraat vecihleriyle ilgili hususiyetlerini öğrenmeye özen gösterirdi. Allah Teâlâ, Peygamber Efendimiz (s.a.s)'e Übey'e Kur'an okumasını emretmiştir. Enes b. Malik (r.a)'dan şöyle rivâyet edildi: Rasulüllah (s.a.s) Übey b. Ka'b'a: "Âllah bana Lemyekünillezîne keferfi suresini sana okumamı emretti" buyurdu. Übey "Allah benim adımı da andı mı?" dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.s) "Evet" deyince Übey b. Ka'b sevincinden ağladı (Tecrid-i Sarih Tercümesi, X, 21).
Bu hadis-i şerif sahabe içerisinde Übey b. Ka'b'ın faziletine işaret ettiği gibi, onun kıraat ilmindeki yerine de işaret etmektedir.
Übey b. Ka'b, kıraati bizzat Rasulüllah (s.a.v)'den almıştır. O, Hz. Ömer'e "Ben Kur'an-ı Kerîm'i daha taze iken bizzat Cebrail (a.s)'dan alan zattan aldım" demiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned V, 117)
Kur'an-ı Kerîm'e karşı duyduğu rağbet ve arzu Übey b. Ka'b'ın faziletini artırmış, bu sebeple Rasûlüllah (s.a.v)'ın takdirini, ashabın saygısını kazanmıştır.
Übey b. Ka'b aynı zamanda Rasûlüllah (s.a.v) zamanında fetva veren az sayıda sahabîden biridir. Muhammed babası Sehl'in şöyle dediğini nakletmiştir: "Rasûlüllah (s.a.v) zamanında fetva veren, üçü muhacir ve üçü ensardan olmak üzere altı kişi idi. Muhacirlerden olanlar Ömer, Osman, Ali; ensardan olanlar da Übey b. Ka'b, Muaz b. Cebel ve Zeyd b. Sabit'tir" (İbn Sa'd, aynı eser, II, 350).
Übey b. Ka'b, Rasûlüllah (s.a.v) zamanında idârî görevlerde de bulunmuştur. Rasûlüllah (s.a.v) onu Belî, Uzre ve Benî Sa'd kabilelerinin zekâtlarını toplamak üzere görevlendirmişti. Übey b. Ka'b bu görevi esnasında karşılaştığı bir vak'ayı şöyle anlatır:
"Rasûlüllah (s.a.v) beni Belî, Uzre ve Benî Sa'd b. Huzeym b. Kadâa kabilelerinin zekatlarını toplamak üzere gönderdi. Onların zekatlarını topladım. Nihayet onlardan sonuncu adamın yanına vardım. İçlerinde bu adamın evi ve köyü Medine'de Rasûlüllah (s.a.v)'e yakın olanı idi. Bu adam bana bütün malını topladı. Ben de zekat olarak almaya henüz iki yaşına girmiş bir dişi deveden başkasını bulamadım. Kendisine onu alacağımı söyledim. Mal sahibi, "Bunun sütü de yok, yük taşımak için de elverişli değil. Allah'a yemin ederim ki senden önce zekat toplamaya gelen ne Rasûlüllah'a ve ne de onun elçisine malımdan sütü olmayan ve yük taşımaya da elverişli olmayan bir deveyi vermedim. İşte genç, semiz dişi deve. Onu al." dedi.
Ben ona, "Bana emredilmeyen şeyi almam. İşte Rasûlüllah (s.a.v) sana yakın, İstersen ona gider, bana söylediklerini anlatırsın. Şayet o, kabul ederse, eder, etmezse reddeder" dedim. Adam:
"Bunu yapacağım" dedi ve benimle çıktı, bana vermek istediği deveyi de aldı. Rasulüllah(s.a.v)'e gelince:
"Yâ Rasûlüllah, malının zekatını almak için elçin geldi. Malımı topladım. O, sütü olmayan ve yük taşımaya da elverişli olmayan henüz iki yaşına girmiş bir deveyi seçti. Ben kendisine alması için genç, semiz bir dişi deve gösterdim, almaktan imtiha etti. İşte o deveyi getirdim, al ya Rasûlüllah" dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.v) "Senin üzerine borç olan Übey b. Ka'b'ın ayırdığı devedir. Sen kendi rızanla daha iyisini vermek istersen, onu kabul ederiz ve Allah bundan dolayı sana ayrıca mükafat verir," buyurdu. Adam:
"Ben de bu maksatla onu getirdim, buyur al, yâ Rasûlüllah!" dedi.
"Hz. Peygamber (s.a.v) devenin alınmasını emretti ve malının bereketlenmesi için dua etti." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 142).
Übey b. Ka'b'ın, Rasûlüllah (s.a.v)'in vefatından sonra ilk halife Hz. Ebû Bekir zamanında da mühim görevler yaptığını görüyoruz. Hz. Ebû Bekir mühim bir mesele ile karşı karşıya gelip çözümünü Kur'an ve sünnette bulamadığı zaman ashabın seçkin alimlerini toplar, onlarla istişarede bulunurdu. Übey b. Ka'b da Hz. Ebû Bekir'in danışma meclisi üyelerinden idi. Aynı zamanda Hz. Ebû Bekir döneminde fetva vermekle görevli meşhur fakihlerden biri idi (İbn Sa'd, Tabakat, II, 350). Bu dönemde onun Kur'an'ın cem'i için kurulan komisyonda görev aldığını da görüyoruz.
Übey b. Ka'b, ikinci halife Hz. Ömer'in de teveccühünü kazanmıştır. Hz. Ömer, Übey b. Ka'b'a çok hürmet eder, ondan yararlanır ve ona Seyyidü'l-Müslimin (Müslümanların ulusu) derdi (Tecrid X, 22). Hz. Ömer'in hilafeti döneminde onun şura meclisinde çalışır ve kabilesi Hazrec'i temsil ederdi. Aynı zamanda fetva işleri ne de bakardı. Hz. Ömer bir zaman halka hitabında şöyle demiştir:
"Kur'an'dan sormak isteyen Übey b. Ka'b'a gelsin, feraizden sormak isteyen Muaz'a, mal isteyen de bana gelsin. Çünkü Allah beni hazinedar ve dağıtıcı kıldı" (Zehebî, Siyer I, 394).
Hz. Ömer zamanında teravihi cemaatle ilk kıldıran da Übey b. Ka'b olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında, onun vefatından sonra ilk halife Hz. Ebû Bekr, daha sonra kısmen de Hz. Ömer zamanında teravih namazı cemaatle değil, münferid olarak kılınmıştır. Bir defa Hz. Ömer mescide gidince halkın dağınık bir şekilde teravih namazı kıldıklarını gördü. Kimi tek başına kılıyor, kimi küçük bir cemaat oluşturmuş kılıyorlardı. Hz. Ömer bütün halkı bir tek imamın arkasında toplamayı düşündü ve ertesi gün Übey b. Ka'b'ı teravih imamı tayin edip cemaati onun arkasına topladı. Böylece teravih namazı cemaatle kılınmaya başlandı (Buharî, Teravih, I; Tecrid-i Sarih Terc., IV, 75-76).
Hz. Ömer, hilafeti zamanında fetva işleri üzerinde hassasiyetle durur, ancak bu işe ehil olanların fetva vermesine müsade ederdi. Onun zamanında ancak Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Abdurrahman b. Avf, Übey b. Ka'b, Zeyd b. Sabit, Ebu Hureyre ve Ebu'd -Derdâ gibi tayin ettiği zatlar fetva verirdi (M. Siblî, Asr-ı Saadet, Terc. Ö. Rıza, Doğrul, İst. 1974, VI, 369).
Übey b. Ka'b, Hz. Ebû Bekir döneminde olduğu gibi Hz. Ömer döneminde de danışma meclisi üyesi idi. Çeşitli konularda fikri alınır, görüşlerine değer verilirdi (İbn Sa'd a.g.e, II, 350; M. Siblî, a.g.e., IV, 334).
Übey b. Ka'b tefsir sahasında da ashabın önde gelenlerinden biri olup Medine tefsir ekolünün reisi olarak kabul edilmiştir. Celaleddin es-Suyutî (ö. 911/1505) tefsir sahasında meşhur olan sahabîlerin on kişi olduğunu belirtmiş, bunlar içerisinde de kendilerinden en çok tefsir rivâyet edilenlerin Hz. Ali, Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas ve Übey b. Ka'b olduğunu belirtmiştir (bk. Suyutî, el-İkton, II, 187).
Übey b. Ka'b vahiy kâtibi olması sebebiyle Rasûlüllah (s.a.v)'in fiil ve hareketlerine muttali bir sahabî idi. Kütüb-i Sitte'de kendisinden altmış küsür rivâyet edilmiştir. Bakiy b. Mahled (ö. 276/889)'in Müsned'inde Übey b. Ka'b'ın yüz altmış dört hadisi vardır. Bunlardan üçü hem Buhari'de ve hem de Müslim'de vardır. Ayrıca Buharî üç hadisi tek başına rivâyet etmiş ,yedi hadisi de yalnız Müslim rivâyet etmiştir (Zehebi, Siyeru A'lami'n -Nübela ' I ,402). Übey b. Ka'b ın rivayet etmiş olduğu hadislerden birinin anlamı şöyledir: Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Ademoğlunun bir vadi dolusu malı olsa, bir ikincisini ister. İki vadi dolusu malı olsa, bir üçüncüsünü de ister. Ademoğlunun içerisini topraktan başka bir şey doldurmaz. Allah Teâlâ ise tevbe edenin tevbesini kabul eder" (Tirmizî).
Übey b. Ka'b'ın vefat tarihi ihtilaflıdır. El-Vakidî der ki, "Bir kısım hadiseler onun Hz. Ömer'in hilafeti döneminde olduğuna delalet etmektedir.
Yakınları ve başkalarının onun Medine'de hicri 22 senesinde öldüğü söylediklerini gördüm. Hz. Ömer "Bugün Müslümanların ulusu öldü" demiştir. Onun Hz. Osman'ın hilafeti döneminde hicri 30'da öldüğünü söyleyenler de olmuştur. Bize göre bu daha doğrudur. Çünkü Hz. Osman ona Kur'an'ı cem etmesini emretmiştir" (İbn Sa'd, Tabakat, III, 502; Zeheb, I, 400).
Sahabe-i kiramın büyüklerinden biri olup Rasûlüllah (s.a.s)'ın vahiy kâtiplerindendir. Übey (r.a)'in babasının adı Ka'b, annesinin ismi Suheyle'dir. İki künyesi vardir: Ebu'l-Münzir ve Ebu't Tufeyl. Medineli olup Hazrec kabilesinin Neccâroğulları kolundandır. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir.
Übey b. Ka'b'ın Müslümanlığı kabul etmesi Rasulüllah(s.a.s)'ın Medine'ye hicret etmesinden önce, Akabe biatlarında olmuştur. Übey b. Ka'b ikinci Akabe biatında Rasûlüllah (s.a.s)'e biat eden yetmiş kişi içerisinde idi. Rasûlüllah (s.a.s) Medineli Müslümanlar arasında yapmış olduğu kardeşlik antlaşmasında Übey b. Ka'b ile Aşere-i Mübeşşere (Cennetle müjdelenen on kişi) den Said b. Zeyd'i kardeş yaptı. Übey, Rasûl-i Ekrem ile Bedir, Uhud, Hendek ve diğer bütün muharebelere katıldı. Uhud muharebesinde kendisine bir ok isabet etmiş, Rasûlüllah (s.a.s) ona bir tabib göndermiş, tabib okun girdiği yerdeki damarı keserek üzerini dağlamıştı. Bu suretle Übey b. Ka'b bu arızadan kurtulmuş oldu (bk. Müslim, Selam, 73-74).
Übey b. Ka'b cahiliyye döneminde de okuma yazma bilen az sayıdaki kimselerden biri idi (İbn Sa'd, Tabakat, I, 498). Rasulüllah(s.a.s) Medine'ye hicret edince, orada, ensar içerisinde yazılarını ilk yazan Übey b. Ka'b olmuştur (İbn Seyyidi'n-Nas, II, 315). Yazdığı yazıların sonuna "filan oğlu filan yazdı" diyenlerin de ilki idi (İbnü'l-Esir, Üsdu'l-Gabe).
Şu halde Medine döneminde Rasulüllah(s.a.s)'a gelen vahyi ilk yazan Übey b. Ka'b olmuştur. Übey b. Ka'b olmadığı zaman Zeyd b. Sabit yazardı. Peygamber Efendimiz (s.a.s) ilahi vahyi Cebrail (a.s)'dan aldığı zaman, Übey b. Ka'b onu daha yazının ıslaklığı üzerinde iken ezberler, Rasûlüllah (s.a.s)e okurdu (Zehebî, Siyer, I, 280) Übey ashabın en alimlerindendi. Tabiinin büyük bilginlerinden olan Mesruk (663/683) şöyle derdi: "Rasûlüllah (s.a.s)'in ashabıyla görüştüm. İlimlerinin şu altı kişiye dayandığını gördüm: Ali, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit, Übey b. Ka'b ve Ebu'd-Derdâ "( İbn ü'l-Kayyim, i'lâmu'l-Muvakkiîn, I, 16).
Übey b. Ka'b, Kur'an-ı Kerîm'i en iyi okuyan sahabîlerden idi. Peygamber Efendimiz (s.a.s) "Ümmetimin en iyi okuyanı Übey'dir." (Zehebî, Siyer, I, 392) buyurmuştur. Bu sebeple Seyyidü'l-Kurra (okuyucuların efendisi) lakabıyla tanınmıştı. Kur'an-ı Kerîm'i sekiz gecede hatmederdi. Rasulüllah(s.a.s)'in zamanında Kur'an'ı cem' ederek ona arzeden sayılı sahabîlerden biri idi. Nitekim Enes b. Malik, "Rasûlüllah (s.a.s) zamanında Kur'an'ı dört kişi hıfzetmiş olup hepsi de ensardandı. Bunlar: Übey b. Ka'b, Muaz b. Cebel, Ebû Zeyd ve Zeyd b. Sabit'tir" (Buharî, Menakibu'l Ensar 17; Tirmizî, Menâkib 33) demiştir.
Übey b. Ka'b, Rasûlüllah (s.a.s)'in ashabına Kur'an'ı kendilerinden öğrenmelerini tavsiye ettiği dört kişiden biridir. Abdullah b. Amr b. As'dan şöyle rivâyet edilmiştir: Rasulüllah(s.a.s)'in şöyle buyurduğunu işittim: "Kur'an'ı dört kişiden alın (öğrenin). Abdullah b. Mes'ud'dan,-Rasulüllah(s.a.s) önce bunu zikretti, Ebu Nuzeyfe'nin mevlası Salim den, Muaz b. Cebel'den ve Übey b. Ka'b'dan" (Buharî, Menakibu'I-Ensar,16). Bu dört sahabîden Muaz ile Übey ensardan, Abdullah b. Mes'ud ile Salim ise muhacirlerdendir.
Rasûlüllah (s.a.s) Übey b. Ka'b'ı, Kur'an-ı Kerim'i iyi bilen bir sahabî olması sebebiyle öğretmen olarak tayin etmişti. Mescid-i Nebevi'de Kur'an-ı Kerîm'i öğretirdi. Aralarında Ebu Hureyre ve İbn Abbas'ın da bulunduğu bir çok sahabînin hocalığını yapmıştır. O, Kur'an-ı Kerîm'i öğretmesi karşılığında her hangi bir maddi şey de almazdı. Nitekim ondan şöyle rivâyet edilmiştir: "Muhacirlerden birine Kur'an öğretmiştim. Bu zat bana bir yay hediye etti. Ben bunu Rasûlüllah (s.a.s)'e anlatınca: "Onu alırsan ateşten bir yay almış olursun" buyurdu. Ben de yayı sahibine geri verdim"(İbn Mace, Ticarât, 8).
Übey b. Ka'b, Kur'an'ın lafızlarının eda keyfiyetini, kıraat vecihleriyle ilgili hususiyetlerini öğrenmeye özen gösterirdi. Allah Teâlâ, Peygamber Efendimiz (s.a.s)'e Übey'e Kur'an okumasını emretmiştir. Enes b. Malik (r.a)'dan şöyle rivâyet edildi: Rasulüllah (s.a.s) Übey b. Ka'b'a: "Âllah bana Lemyekünillezîne keferfi suresini sana okumamı emretti" buyurdu. Übey "Allah benim adımı da andı mı?" dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.s) "Evet" deyince Übey b. Ka'b sevincinden ağladı (Tecrid-i Sarih Tercümesi, X, 21).
Bu hadis-i şerif sahabe içerisinde Übey b. Ka'b'ın faziletine işaret ettiği gibi, onun kıraat ilmindeki yerine de işaret etmektedir.
Übey b. Ka'b, kıraati bizzat Rasulüllah (s.a.v)'den almıştır. O, Hz. Ömer'e "Ben Kur'an-ı Kerîm'i daha taze iken bizzat Cebrail (a.s)'dan alan zattan aldım" demiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned V, 117)
Kur'an-ı Kerîm'e karşı duyduğu rağbet ve arzu Übey b. Ka'b'ın faziletini artırmış, bu sebeple Rasûlüllah (s.a.v)'ın takdirini, ashabın saygısını kazanmıştır.
Übey b. Ka'b aynı zamanda Rasûlüllah (s.a.v) zamanında fetva veren az sayıda sahabîden biridir. Muhammed babası Sehl'in şöyle dediğini nakletmiştir: "Rasûlüllah (s.a.v) zamanında fetva veren, üçü muhacir ve üçü ensardan olmak üzere altı kişi idi. Muhacirlerden olanlar Ömer, Osman, Ali; ensardan olanlar da Übey b. Ka'b, Muaz b. Cebel ve Zeyd b. Sabit'tir" (İbn Sa'd, aynı eser, II, 350).
Übey b. Ka'b, Rasûlüllah (s.a.v) zamanında idârî görevlerde de bulunmuştur. Rasûlüllah (s.a.v) onu Belî, Uzre ve Benî Sa'd kabilelerinin zekâtlarını toplamak üzere görevlendirmişti. Übey b. Ka'b bu görevi esnasında karşılaştığı bir vak'ayı şöyle anlatır:
"Rasûlüllah (s.a.v) beni Belî, Uzre ve Benî Sa'd b. Huzeym b. Kadâa kabilelerinin zekatlarını toplamak üzere gönderdi. Onların zekatlarını topladım. Nihayet onlardan sonuncu adamın yanına vardım. İçlerinde bu adamın evi ve köyü Medine'de Rasûlüllah (s.a.v)'e yakın olanı idi. Bu adam bana bütün malını topladı. Ben de zekat olarak almaya henüz iki yaşına girmiş bir dişi deveden başkasını bulamadım. Kendisine onu alacağımı söyledim. Mal sahibi, "Bunun sütü de yok, yük taşımak için de elverişli değil. Allah'a yemin ederim ki senden önce zekat toplamaya gelen ne Rasûlüllah'a ve ne de onun elçisine malımdan sütü olmayan ve yük taşımaya da elverişli olmayan bir deveyi vermedim. İşte genç, semiz dişi deve. Onu al." dedi.
Ben ona, "Bana emredilmeyen şeyi almam. İşte Rasûlüllah (s.a.v) sana yakın, İstersen ona gider, bana söylediklerini anlatırsın. Şayet o, kabul ederse, eder, etmezse reddeder" dedim. Adam:
"Bunu yapacağım" dedi ve benimle çıktı, bana vermek istediği deveyi de aldı. Rasulüllah(s.a.v)'e gelince:
"Yâ Rasûlüllah, malının zekatını almak için elçin geldi. Malımı topladım. O, sütü olmayan ve yük taşımaya da elverişli olmayan henüz iki yaşına girmiş bir deveyi seçti. Ben kendisine alması için genç, semiz bir dişi deve gösterdim, almaktan imtiha etti. İşte o deveyi getirdim, al ya Rasûlüllah" dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.v) "Senin üzerine borç olan Übey b. Ka'b'ın ayırdığı devedir. Sen kendi rızanla daha iyisini vermek istersen, onu kabul ederiz ve Allah bundan dolayı sana ayrıca mükafat verir," buyurdu. Adam:
"Ben de bu maksatla onu getirdim, buyur al, yâ Rasûlüllah!" dedi.
"Hz. Peygamber (s.a.v) devenin alınmasını emretti ve malının bereketlenmesi için dua etti." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 142).
Übey b. Ka'b'ın, Rasûlüllah (s.a.v)'in vefatından sonra ilk halife Hz. Ebû Bekir zamanında da mühim görevler yaptığını görüyoruz. Hz. Ebû Bekir mühim bir mesele ile karşı karşıya gelip çözümünü Kur'an ve sünnette bulamadığı zaman ashabın seçkin alimlerini toplar, onlarla istişarede bulunurdu. Übey b. Ka'b da Hz. Ebû Bekir'in danışma meclisi üyelerinden idi. Aynı zamanda Hz. Ebû Bekir döneminde fetva vermekle görevli meşhur fakihlerden biri idi (İbn Sa'd, Tabakat, II, 350). Bu dönemde onun Kur'an'ın cem'i için kurulan komisyonda görev aldığını da görüyoruz.
Übey b. Ka'b, ikinci halife Hz. Ömer'in de teveccühünü kazanmıştır. Hz. Ömer, Übey b. Ka'b'a çok hürmet eder, ondan yararlanır ve ona Seyyidü'l-Müslimin (Müslümanların ulusu) derdi (Tecrid X, 22). Hz. Ömer'in hilafeti döneminde onun şura meclisinde çalışır ve kabilesi Hazrec'i temsil ederdi. Aynı zamanda fetva işleri ne de bakardı. Hz. Ömer bir zaman halka hitabında şöyle demiştir:
"Kur'an'dan sormak isteyen Übey b. Ka'b'a gelsin, feraizden sormak isteyen Muaz'a, mal isteyen de bana gelsin. Çünkü Allah beni hazinedar ve dağıtıcı kıldı" (Zehebî, Siyer I, 394).
Hz. Ömer zamanında teravihi cemaatle ilk kıldıran da Übey b. Ka'b olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında, onun vefatından sonra ilk halife Hz. Ebû Bekr, daha sonra kısmen de Hz. Ömer zamanında teravih namazı cemaatle değil, münferid olarak kılınmıştır. Bir defa Hz. Ömer mescide gidince halkın dağınık bir şekilde teravih namazı kıldıklarını gördü. Kimi tek başına kılıyor, kimi küçük bir cemaat oluşturmuş kılıyorlardı. Hz. Ömer bütün halkı bir tek imamın arkasında toplamayı düşündü ve ertesi gün Übey b. Ka'b'ı teravih imamı tayin edip cemaati onun arkasına topladı. Böylece teravih namazı cemaatle kılınmaya başlandı (Buharî, Teravih, I; Tecrid-i Sarih Terc., IV, 75-76).
Hz. Ömer, hilafeti zamanında fetva işleri üzerinde hassasiyetle durur, ancak bu işe ehil olanların fetva vermesine müsade ederdi. Onun zamanında ancak Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Abdurrahman b. Avf, Übey b. Ka'b, Zeyd b. Sabit, Ebu Hureyre ve Ebu'd -Derdâ gibi tayin ettiği zatlar fetva verirdi (M. Siblî, Asr-ı Saadet, Terc. Ö. Rıza, Doğrul, İst. 1974, VI, 369).
Übey b. Ka'b, Hz. Ebû Bekir döneminde olduğu gibi Hz. Ömer döneminde de danışma meclisi üyesi idi. Çeşitli konularda fikri alınır, görüşlerine değer verilirdi (İbn Sa'd a.g.e, II, 350; M. Siblî, a.g.e., IV, 334).
Übey b. Ka'b tefsir sahasında da ashabın önde gelenlerinden biri olup Medine tefsir ekolünün reisi olarak kabul edilmiştir. Celaleddin es-Suyutî (ö. 911/1505) tefsir sahasında meşhur olan sahabîlerin on kişi olduğunu belirtmiş, bunlar içerisinde de kendilerinden en çok tefsir rivâyet edilenlerin Hz. Ali, Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas ve Übey b. Ka'b olduğunu belirtmiştir (bk. Suyutî, el-İkton, II, 187).
Übey b. Ka'b vahiy kâtibi olması sebebiyle Rasûlüllah (s.a.v)'in fiil ve hareketlerine muttali bir sahabî idi. Kütüb-i Sitte'de kendisinden altmış küsür rivâyet edilmiştir. Bakiy b. Mahled (ö. 276/889)'in Müsned'inde Übey b. Ka'b'ın yüz altmış dört hadisi vardır. Bunlardan üçü hem Buhari'de ve hem de Müslim'de vardır. Ayrıca Buharî üç hadisi tek başına rivâyet etmiş ,yedi hadisi de yalnız Müslim rivâyet etmiştir (Zehebi, Siyeru A'lami'n -Nübela ' I ,402). Übey b. Ka'b ın rivayet etmiş olduğu hadislerden birinin anlamı şöyledir: Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Ademoğlunun bir vadi dolusu malı olsa, bir ikincisini ister. İki vadi dolusu malı olsa, bir üçüncüsünü de ister. Ademoğlunun içerisini topraktan başka bir şey doldurmaz. Allah Teâlâ ise tevbe edenin tevbesini kabul eder" (Tirmizî).
Übey b. Ka'b'ın vefat tarihi ihtilaflıdır. El-Vakidî der ki, "Bir kısım hadiseler onun Hz. Ömer'in hilafeti döneminde olduğuna delalet etmektedir.
Yakınları ve başkalarının onun Medine'de hicri 22 senesinde öldüğü söylediklerini gördüm. Hz. Ömer "Bugün Müslümanların ulusu öldü" demiştir. Onun Hz. Osman'ın hilafeti döneminde hicri 30'da öldüğünü söyleyenler de olmuştur. Bize göre bu daha doğrudur. Çünkü Hz. Osman ona Kur'an'ı cem etmesini emretmiştir" (İbn Sa'd, Tabakat, III, 502; Zeheb, I, 400).
ZEYD BİN SABİT ( radıyallahü anh )
Eshâb-ı
kiramın, büyüklerinden. Yaklaşık 612 senesinde Medine’de doğdu. Hicrî
45 veya 55 senesinde Medine’de vefât etti. Hazreti Zeyd bin Sâbit’in
nesebi: Zeyd bin Sabit bin Dahhak bin Zeyd bin Lûzân bin Amr bin Abdiavf
bin Ganm bin Mâlik bin Neccâr, el-Ensârîyyi’l-Hazrecî, Benî Neccâr’dır.
Annesi Nevvâr binti Mâlik bin Mûâviye bin Adî’dir. Künyesi Ebû Saîd
veya Ebû Sâbit’tir. Ayrıca Ebû Hârice veya Ebû Abdurrahmân da
denilmektedir. Lakabı ise el-Kârî’ veya el-Mukrî’ veya el-Farzî veyahut
da Kâtibü’l-Vahy Hibrü’l-Ümme’dir. Babası Sabit hicretten önce Evs ile
Hazrec kabileleri arasında (Yevmü’l Buâs) adıyla bilinen bir muharebede
ölmüştü. Babası öldüğünde Zeyd ( radıyallahü anh ) henüz altı yaşlarında
bir çocuk idi. Annesi tarafından büyütüldü, yetiştirildi.
Peygamberimiz
( aleyhisselâm ) İslâmiyeti yaymak üzere Eshâb-ı kiramdan Mus’ab bin
Umeyr’i ( radıyallahü anh ) Medine’ye göndermişti. Bu sırada henüz onbir
yaşlarında olan Zeyd bin Sabit de, Mus’ab bin Umeyr vâsıtası ile
müslüman oldu. Müslüman olunca hemen Kur’ân-ı kerîmin vahy olunan
âyetlerini ezberlemeye başladı. Bir taraftan ezberliyor, bir taraftan da
Benî Neccâr kabilesinin çocuklarına öğretiyordu. Kur’ân-ı kerîme o
kadar muhabbeti, sevgisi vardı ki, Peygamberimiz ( aleyhisselâm )
Mekke’den Medine’ye hicret etmeden önce, onyedi sûreyi ezberlemişti.
Hicretten sonra Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), O’nun bu halini büyük
bir memnuniyetle karşılamıştır.
Bedir
Savaşı yapıldığında Zeyd bin Sabit onüç yaşında idi. İslâm ordusu
hareket etmek üzere iken o da katılmak istedi. Fakat yaşı küçük olduğu
için Resûlullah efendimiz O’na izin vermedi. Emre itaat edip Medine’de
kaldı. Uhud Savaşına da, bu sebeple katılamadığı rivâyet edilmiştir.
Hendek harbine katılmıştır. Harbe hazırlık için önce hendek kazma işinde
çalışmış sonra savaşa katılıp, büyük fedâkârlıklar göstermişti.
Peygamberimiz: “Bu ne güzel bir genç” diyerek onu taltif buyurmuşlardır. Bu harp, müslümanların topyekün bir savunmasıydı.
Tebük
gazvesinde Mâlik bin Neccâr’ın sancağını Ümâre bin Hazm taşıyorken
Resûl-i Ekrem, sancağı alıp, Zeyd bin Sâbit’e vermiş Ümâre’nin “Yâ
Resûlallah yoksa aleyhimde birşey mi duydun?” demesi üzerine de, “Hayır! Kur’ân-ı kerîm öncedir. Zeyd ise Kur’ân-ı kerîmi senden daha çok bilir” diye
buyurmuştur. Hudeybiye antlaşmasında, Mekke’nin fethinde Huneyn
gazvesinde ve Tâif muhasarasında ve Veda’ Haccı’nda bulunmuştur. Resûl-i
Ekrem’in vefâtından sonra Hazreti Ebû Bekir devrinde meydana gelen
Yemâme harbine de katılmıştı. Bu harpte yalancı peygamberlik iddia edip
ortaya çıkan Müseylemet-ül-Kezzaba karşı savaşırken kendisine bir ok
isâbet edip yaralanmıştı.
Resûl-i
Ekrem’in hayatı müddetince, vahiy kâtipliğinden başka yazışmalarını da o
yazardı. Hazreti Peygamber, bazı hükümdârlar tarafından gönderilen
mektûbların hatasız tercüme edilmesi için Zeyd’e Süryânî ve İbranî
lisanlarını öğrenmesini emir buyurmuşlardı. Çok zekî olan bu zât, 15 gün
gibi kısa bir zamanda, her iki dili de öğrenmeye muvaffak olmuştu.
Bundan sonra bu lisanlarla Medine’ye gönderilen hükümdârların
mektûblarını tercüme ediyordu. Hazreti Ömer’in ve Hazreti Osman’ın
hilâfetleri zamanında da onların yazı işlerini ifâ ediyordu.
Halife
Hazreti Osman, onu Beytülmâl Emîni tayin etmişti. Bir hadîs-i şerîfte
buyurulduğu gibi, Eshâb-ı kiram arasında ferâiz ilmini (miras hukukunu)
en iyi bilen o zât idi. Hazreti Ömer, her zaman Hazreti Ali ile beraber
Zeyd bin Sâbit’i danışma meclisine davet ederdi.
Abdullah
bin Abbas hazretleri geniş bilgisiyle beraber Zeyd bin Sabit
hazretlerinin evine kadar gidip ondan istifâde ederdi. Bir defa Zeyd bin
Sabit ( radıyallahü anh ) hayvana bineceği zamanda üzengisini tutmuş,
Zeyd bin Sabit, kendisini men edince, İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ):
“Biz âlimlerimize böyle hürmet ederiz” demiş, Zeyd hazretleri de İbn-i
Abbas’ın elini tutarak öpmüş: “Biz de Peygamber efendimizin Ehl-i
beytine böyle hürmet etmekle emrolunduk” demiştir.
Zeyd
bin Sâbit hazretleri Sahabe devrinde bile Medine’nin Baş Kâdısı idi.
Ferâiz, Kırâat ve Tefsîr ilmînde de baş İmam idi. İmâm-ı Şafiî, ferâiz
husûsunda Zeyd’in ( radıyallahü anh ) kavlini tercih ederdi. Zeyd bin
Sabit ( radıyallahü anh ) kırâat ilminde Eshâb-ı kiramın en
yükseklerindendi. Kur’ân-ı kerîmin tamamını güzelce ezberlemiş,
kendisinden İbn-i Abbas, Ebû Abdi’r-Rahmân es-Sülemî gibi Sahâbe-i kiram
Kur’ân-ı kerîm okumuşlardır.
İslâm
ilimleri içinde en yüksek olan Kırâat ilmiydi. Bu ilim sayesinde,
Kur’ân-ı kerîm bozulmaktan ve değişmekten korunmuştur. Bu ilmin
mütehassıs âlimleri, kelâm-ı ilahinin kırâat şekillerini ve tevâtür
halindeki ihtilafları zabt ve kaydetmişlerdir. Böylece Kur’ân-ı kerîm’in
okunması husûsundaki tereddütleri bertaraf etmişlerdir. Hazreti Zeyd
bin Sâbit’in bu ilimdeki üstünlüğü, Eshâb-ı kirâm’ın ve Tabiînin ileri
gelenlerinin itirafı ve takdîri ile sabittir. Eshâb-ı kiram arasında
kırâat ilminde imamlık derecesine yükselenler, Hazreti Ebû Bekr-i
Sıddîk, Hazreti Ömer bin Hattâb, Hazreti Osman bin Affân, Hazreti Ali
bin Ebî Tâlib, Übeyy bin Ka’b ( radıyallahü anh ), Zeyd bin Sabit (
radıyallahü anh ), Abdullah bin Mes’ûd ( radıyallahü anh ), Ebûdderdâ (
radıyallahü anh ), Ebû Mûsel-eş’arî’dir. Bunlar Resûlullah’tan (
aleyhisselâm ) bizzat kırâat eden sikadırlar, ya’nî sağlam vesîkalardır.
Zeyd bin Sabit ( radıyallahü anh ), Resûlullah’ın ( aleyhisselâm )
kâtibi ve vahy emîni idi. Kendisi, Resûlullahın ( aleyhisselâm )
zamanında Kur’ân-ı kerîmi toplayan Medineli müslümanlardandı ve bununla
iftihar ediyordu. Küçük yaşından itibâren Kur’ân-ı kerîm ile meşgûl
olmuş, henüz onbir yaşında iken Kur’ân-ı kerîm’in 17 ve 18 sûresini
ezberlemiş bulunuyordu. Daha sonra bütün Kur’ân-ı kerîmi ezberlemek
şerefine nail olanlardan oldu. Hazreti Ebû Bekir Kur’ân-ı kerîmin
toplanması vazîfesini, işte bu husûsiyetlerinden dolayı Hazreti Zeyd’e
vermişti. Hazreti Ömer, Hazreti Zeyd’in kırâati ile Ubeyy bin Ka’bın
kırâatini karşılaştırır ve Hazreti Zeyd’in kırâatini tercih ederdi.
Çünkü O, Kureyş kırâatine tam uygundu. Bu itibarla Onun kırâatini diğer
kırâatlere tercih etmek icab ederdi. Hazreti Ubeyy bin Ka’b, hayatta
bulunduğu müddetçe insanların kırâatda danışma mercii olmuşsa da,
vefâtından sonra bütün müslümanlar Medine-i Münevvere’de Hazreti Zeyd’in
etrâfında toplanmışlar ve kendisi bütün ilim ehlinin kıblesi olmuştur.
Şimdi onun zamanından bu zamana kadar ondört asırdan beri, hâlen ondan
rivâyet edildiği şekilde Kur’ân-ı kerîm okunmaktadır.
MEDİNELİ HACI OSMAN AKFIRAT. (Rahmetullah aleyh)
Beykozlu Hacı Hafız Muhammed Osman Akfırat Hazretleri
1881 yılında Medine'de doğmuştur. Temiz soyu Allah Rasulü'ne (s.a.v.) ır. Yöre adetleri gereği, doğduktan sonra, kundak halinde, altı saat Türbe-i Saadet'te bırakılmıştır. Muhammed Osman Efendi, Kur'an-ı Kerim öğrenimine Ravza-i Mutahhare'de başlamış, ilk ve orta tahsilini de yine Medine'de yapmıştır. Hafızlık şerefini hayatının sonuna kadar korumuş, teravih namazlarını yıllarca hatimle kıldırmıştır. Çocuk denilecek yaşta babasını kaybeden Osman Efendi, bundan sonra kendisini dinî ilimlerin tahsiline vermiş, on yedi yaşında tahsilini ilerletmek için İstanbul'a gelmiş, Fatih semtindeki Çırçır Medresesi'ne girmiş, bu medresede yıllarca tahsilden sonra icazetini almış, daha sonra aynı medresede müderris olarak göreve başlamış, hayli talebe yetiştirmiştir. Bir yandan da Müslümanları vaaz ve sohbetleri ile irşada başlamış, Beykoz Hacı Ali Camii'nde kırk üç yıl aralıksız vaaz ve nasihatte bulunmaktan başka, yirmi dokuz camide daha irşad görevini sürdürmüştür. Kendisinden manevî ders almak isteyenlere, Cenab-ı Peygamber'in ümmetine talim buyurduğu dualardan dersler yazarlardı. Bazılarına: "Kafirun Suresini her gün ikişer yüz defa okumaya devam edersen imanın kuvvetlenir. Hızır Aleyhisselam sana mürşitlik eder" buyururlardı. Bazılarına Ayet-el Kürsi'yi ellişer, yüzer defa okumalarını tavsiye eder, bazılarına da sabah namazından sonra: Estağfırullâh el=Azm 100 defa, Selâvâtı Şerife 100 defa Lafza-i Celâl (Allah ism-i şerifi) 400 defa Râbıta-i Şerife 20 defa ölçüsünde ders talim buyururlardı. 1967 yılında ebediyyete intikalleri, İstanbullular'ı ve bilhassa Beykoz halkını derin acı ve teessür içinde bırakmıştır. Çünkü Allah Rasulü (s.a.v.): "Bir alimin ölümü, bir alemin ölümüdür" buyurmuşlardır.
Vaazları
1- 40 hadisimi ezberleyin ahaliye öğretmeye çalışın.
2- Benim iyi kullarım vefat edeceği vakit.
3- Mahşer günü.
4- Cenabı Hakka,Cenabı Peygamberin kapısından başka kapı yok.
5- Düşünün,alametlerden anlayın.
Kitapları
Erenlerin Kalp Gözü.
Şifalı Bitkiler ve Emraz.
Necatül melhuf.
Hayat safhaları.
Muavvizeteyn tefsiri.
İlahi Emirler.
Şiiri
Dinle kardaş bu bir ulu nasihat....
Dinle kardaş bu bir ulu nasihat
Kulak vermessen duyamazsın ha...
Nefsine aldanıp kaçırma fırsat
Arasan bir dahi bulamazsın ha....
İyilik edersen hem başa kakma
Sakın bir kimsenin gönlünü yıkma
Bu dünya fanidir tümüne bakma
Zevkü sefasına doyamazsın ha...
Sahipsiz bahçenin derme gülünden
Sakın sapma kardaş hakkın yolundan
Söyle bilki azrailin elinden
Cıva olsan dahi kayamazsın ha...
Yalan dünya olsa tapulu malın
Alırsan içinden bir top bez alın
Kovanlarda dolu olsa da balın
Bir katrasın dahi yiyemezsin ha...
Akıbet başa bu gelecek inan
Sakın bu söze eyleme güman
Azrail gelince hiç vermez aman
Taşı taş üstüne koyamazsın ha...
Kırılır kanadın belin bükülür
Gözlerinde cevher kalmaz dökülür
Bütün damarlarından kanın çekilir
Eğninden libasın soyamazsın ha...
İletipte tenaşire koyunca
Biri gelir cesedini yuyunca
Yakasız ak gömlek ister boyunca
Hem onuda bulup giyemezsin ha...
Ölüm acısıyla yürek dağlarlar
Hep kavim kardaşın kara bağlarlar
Oğlun kızın figan edip ağlarlar
Birinin feryadını duyamazsın ha...
Sorgucular gelir hemen durmadan
Gidemezsin cevabını vermeden
Yedi kez sual var kabre varmadan
Birinden birini sayamazsın ha...
Nazik tenin toprak olur beleşir
Münkir nekir gelir çabuk ulaşır
Sorarlar suali dilin dolaşır
Bir cevap bulupta veremezsin ha...
Ey gafil aç gözünü gel biraz intibaha
Üçgünlük dünya için kalkma at gibi şaha
Çalış hak gözet böylece er felaha
Bari yüzün ak olsun giderken ALLAH'a....
Hacı Osman Akfırat Hazretleri
İlimde İhtisası
TEFSİR
HADİS
KELAM
FIKIH
EDEBİYAT
TEBABET
1881 yılında Medine'de doğmuştur. Temiz soyu Allah Rasulü'ne (s.a.v.) ır. Yöre adetleri gereği, doğduktan sonra, kundak halinde, altı saat Türbe-i Saadet'te bırakılmıştır. Muhammed Osman Efendi, Kur'an-ı Kerim öğrenimine Ravza-i Mutahhare'de başlamış, ilk ve orta tahsilini de yine Medine'de yapmıştır. Hafızlık şerefini hayatının sonuna kadar korumuş, teravih namazlarını yıllarca hatimle kıldırmıştır. Çocuk denilecek yaşta babasını kaybeden Osman Efendi, bundan sonra kendisini dinî ilimlerin tahsiline vermiş, on yedi yaşında tahsilini ilerletmek için İstanbul'a gelmiş, Fatih semtindeki Çırçır Medresesi'ne girmiş, bu medresede yıllarca tahsilden sonra icazetini almış, daha sonra aynı medresede müderris olarak göreve başlamış, hayli talebe yetiştirmiştir. Bir yandan da Müslümanları vaaz ve sohbetleri ile irşada başlamış, Beykoz Hacı Ali Camii'nde kırk üç yıl aralıksız vaaz ve nasihatte bulunmaktan başka, yirmi dokuz camide daha irşad görevini sürdürmüştür. Kendisinden manevî ders almak isteyenlere, Cenab-ı Peygamber'in ümmetine talim buyurduğu dualardan dersler yazarlardı. Bazılarına: "Kafirun Suresini her gün ikişer yüz defa okumaya devam edersen imanın kuvvetlenir. Hızır Aleyhisselam sana mürşitlik eder" buyururlardı. Bazılarına Ayet-el Kürsi'yi ellişer, yüzer defa okumalarını tavsiye eder, bazılarına da sabah namazından sonra: Estağfırullâh el=Azm 100 defa, Selâvâtı Şerife 100 defa Lafza-i Celâl (Allah ism-i şerifi) 400 defa Râbıta-i Şerife 20 defa ölçüsünde ders talim buyururlardı. 1967 yılında ebediyyete intikalleri, İstanbullular'ı ve bilhassa Beykoz halkını derin acı ve teessür içinde bırakmıştır. Çünkü Allah Rasulü (s.a.v.): "Bir alimin ölümü, bir alemin ölümüdür" buyurmuşlardır.
Vaazları
1- 40 hadisimi ezberleyin ahaliye öğretmeye çalışın.
2- Benim iyi kullarım vefat edeceği vakit.
3- Mahşer günü.
4- Cenabı Hakka,Cenabı Peygamberin kapısından başka kapı yok.
5- Düşünün,alametlerden anlayın.
Kitapları
Erenlerin Kalp Gözü.
Şifalı Bitkiler ve Emraz.
Necatül melhuf.
Hayat safhaları.
Muavvizeteyn tefsiri.
İlahi Emirler.
Şiiri
Dinle kardaş bu bir ulu nasihat....
Dinle kardaş bu bir ulu nasihat
Kulak vermessen duyamazsın ha...
Nefsine aldanıp kaçırma fırsat
Arasan bir dahi bulamazsın ha....
İyilik edersen hem başa kakma
Sakın bir kimsenin gönlünü yıkma
Bu dünya fanidir tümüne bakma
Zevkü sefasına doyamazsın ha...
Sahipsiz bahçenin derme gülünden
Sakın sapma kardaş hakkın yolundan
Söyle bilki azrailin elinden
Cıva olsan dahi kayamazsın ha...
Yalan dünya olsa tapulu malın
Alırsan içinden bir top bez alın
Kovanlarda dolu olsa da balın
Bir katrasın dahi yiyemezsin ha...
Akıbet başa bu gelecek inan
Sakın bu söze eyleme güman
Azrail gelince hiç vermez aman
Taşı taş üstüne koyamazsın ha...
Kırılır kanadın belin bükülür
Gözlerinde cevher kalmaz dökülür
Bütün damarlarından kanın çekilir
Eğninden libasın soyamazsın ha...
İletipte tenaşire koyunca
Biri gelir cesedini yuyunca
Yakasız ak gömlek ister boyunca
Hem onuda bulup giyemezsin ha...
Ölüm acısıyla yürek dağlarlar
Hep kavim kardaşın kara bağlarlar
Oğlun kızın figan edip ağlarlar
Birinin feryadını duyamazsın ha...
Sorgucular gelir hemen durmadan
Gidemezsin cevabını vermeden
Yedi kez sual var kabre varmadan
Birinden birini sayamazsın ha...
Nazik tenin toprak olur beleşir
Münkir nekir gelir çabuk ulaşır
Sorarlar suali dilin dolaşır
Bir cevap bulupta veremezsin ha...
Ey gafil aç gözünü gel biraz intibaha
Üçgünlük dünya için kalkma at gibi şaha
Çalış hak gözet böylece er felaha
Bari yüzün ak olsun giderken ALLAH'a....
Hacı Osman Akfırat Hazretleri
İlimde İhtisası
TEFSİR
HADİS
KELAM
FIKIH
EDEBİYAT
TEBABET
13 Şubat 2013
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Asım Kıraatinin Hafs Rivayetine Göre Bilinmesi Gereken Kelimeler Testi
Kıymetli Kuran Dostları ! Asım kıraatinin Hafs rivayetine göre bilinmesi gereken özel kelimelerle alakalı testimiz yayınlandı Kola...
-
Selamun aleykum Kuran Dostları ! Tecvid hükümlerini konu konu online test olarak yayınlayacağız inşaallah. Rabbim faydalı kılsın ve kabul...