27 Ocak 2013

Mehmet Zahid Kotku ks.


Mehmet Zahid Kotku

Gümüşhânevî Dergâhı şeyhi Mustafa Feyzi Efendi'nin önde gelen talebelerinden. İsmi Mehmed Zâhid, soyismi Kotku'dur. Hoca Efendi lakabıyla da tanınmıştır. Babası İbrâhim Efendi, annesi Sâbire Hanımdır. 1897 (H.1315) senesinde Bursa'da doğdu. 1980 (H.1401) senesinde İstanbul'da vefât etti. Kabri, Süleymâniye Câmii hazîresindedir.
Âilesi Şirvân'a bağlı, eski bir hanlık merkezi olan Nuha'dandır. Kafkasya'da bir dağ eteğinde bulunan ve ipekçiliği ile meşhûr olan bu yöreden Osmanlı-Rus Harbi sırasında Anadolu'ya gelen âilesi, Bursa'ya yerleşti. Babası İbrâhim Efendi, Bursa Hamzabey Medresesinde tahsîlini tamamlayıp, çeşitli câmi ve mescidlerde imâmlık yaptı. Bu sırada Bursa Kaleiçi Filiböz Mahallesi TürkmenzâdeÇıkmazındaki evlerinde Mehmed Zâhid Efendi dünyâya geldi.Mehmed Zâhid Efendi üç yaşındayken annesi Sâbire Hanım vefât etti. Babası İbrâhim Efendi,Dağıstan muhâcirlerinden Fâtıma Hanımla ikinci evliliğini yaptı.

Mehmed Zâhid Efendi ilk tahsîlini Bursa Oruçbey İbtidâîsinde yaptı. Orta öğrenimini ise Maksemİdâdîsi ve BursaSanâyi-i Nefîse Mektebinde gördü. O sıralarda patlak veren Birinci Dünyâ Harbi sebebiyle on sekiz yaşındayken askere çağırıldı. Senelerce askerlik yaptı. Çok tehlikeli günler geçirdi.Hastalıklar atlattı. Ordunun Suriye'den çekilmesi üzerine binbir güçlükle İstanbul'a dönebildi. Yirmi beşinci Kıt'a Şûbe Yazıcılığı vazîfesiyle askerliğe devâm etti. Askerlik vazîfesi sebebiyle İstanbul'da kaldığı müddet içinde çeşitli dînî toplantılara, özel derslere ve câmilerdeki vâzlara devâm etti. Bilhassa Seydişehirli Abdullah Feyzi Efendinin sohbetlerine devâm etti.

Bir Cumâ namazını Ayasofya Câmiinde kıldıktan sonra, Vilâyet karşısındaki Fatma Sultan Câmii yanında bulunan Gümüşhânevî Dergâhına gitti. DağıstanlıŞeyh Ömer Ziyâüddîn Efendiye intisâb edip, talebe oldu. Onun sohbet ve derslerinde bulunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Ömer Ziyâüddîn Efendinin vefâtı üzerine, yerine geçen Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendinin sohbetlerine devâm etti. Tasavvuf yolundaki vazîfesini tamamlayıp, hilâfet aldı. Râmûzü'l-Ehâdîs, Hizb-i A'zam, Delâil-i Hayrât ve Kasîde-i Bürde okutmak üzere icâzet, diploma aldı. Bu arada Bâyezîd, Fâtih ve Ayasofya Câmii ve medreselerindeki derslere devâm etti. Bu sırada hâfızlığını tamamladı.Ayrıca Hacı Hasîb Efendiden kırâat ilmi ve fıkıh icâzeti aldı. Hocasının işâreti üzerine çeşitli kasaba ve köylere giderek İmâm-Hatiplik yaptı ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı.

Tekke ve zâviyelerin kapatılmasından sonraBursa'ya dönen Mehmed Zâhid Efendi, 1929 senesinde babası İbrâhim Efendi'nin vefâtından sonra onun yerine Bursa'nın İzvat köyünde İmâm-Hatiplik vazîfesine başladı. On beş yıl kadar süren bu vazîfeden sonra, Bursa il merkezindeki Üftâde Câmii Şerîfi İmâm-Hatipliğine tâyin edildi.Kaleiçi'ndeki baba evine yerleşti. 1945-1952 yılları arasında buradaki vazîfesine devâm etti. 1952 senesi Aralık ayındaGümüşhânevî Dergâhı postnîşini ve eski dergâh arkadaşı Kazanlı Abdülazîz Bekkîne'nin vefâtı üzerine talebelerinin ve sevenlerinin ısrarlı dâvetleriyle İstanbul'a taşındı. Fâtih Zeyrek'teki Çivizâde Câmii İmâm-Hatipliğine tâyin edildi. Bir ara yine Zeyrek'teki Ümmügülsüm Mescidinde İmâm-Hatiplik yaptı.Ekim 1958 târihinde Fâtih İskenderpaşa Câmiine naklolunarak vefâtına kadar bu vazîfede kaldı.

Gerek Bursa'da gerekse İstanbul'da bulunduğu sırada etrâfında toplananlara vâz ve nasîhat ederek yol göstermeye çalıştı. Pazar günleri ikindi namazlarını tâkiben devamlı ders verirdi. Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî hazretlerinin derlediği Râmûzü'l-Ehâdis isimli hadîs-i şerîf kitabını okuyup açıklardı. Selâmlaşmanın önemiyle ilgili; "Selâmı yayınız." hadîs-i şerîfini açıklarken: "Selâm sâdece iyi dilek ve temennîlerin sözle ifâde edilmesinden ibâret kuru bir görev değildir. Gerçekte selâm, yolda karşılaştığımız bir kardeşimizin ihtiyâcının var olup olmadığını, varsa bizimle giderilebilecek bir tarafının bulunup bulunmadığını, öğrenip elimizden geleni yaptıktan sonra yola devâm edip gitmektir." buyurdu.
Müslümanların birlik ve berâberlik içinde bulunmaları gerektiğini açıklarken de şöyle buyurdu: "Görmez misin ki, yağmur ne kadar çok yağarsa yağsın, tânecikleri hemen birleşir, toplanırlar. Derken dereler, nehirler meydana gelir. Netîcede bunlar barajları doldurur. Enerji santrallerini işletir, arâziyi sular, şehirlerin elektriğini temin ederler. Bu nîmet sâyesinde insanlar rahata kavuşur, işleri kolaylaşır. Bu ne büyük bahtiyarlıktır. Bundan ibret almalı, birlik ve berâberliğimizi temine çalışmalıyız. Tek tek hareket edersek, hepimiz helâk oluruz. Ne kadar dindâr olursan ol, birlik ve berâberliği her işin üstünde tutmadıkça, herkes kendi başına buyruk hareket ettikçe bir yere varılmaz." diyerek müslümanların her iş ve hareketlerinde tek yürek, tek kuvvet olması gerektiğine işâret etti.

Son yıllarını rahatsızlıklar içinde geçiren Mehmed Zâhid Efendi, şiddetli ağrılarına rağmen sohbetlerine devâm etti. 1979 senesi yazında uzunca bir süre kalmak niyetiyle gittiği Hicaz'dan 1980 senesi Şubat ayında ağır hasta olarak döndü. Mart 1980'de ameliyat edildi. Ameliyattan sonra tedrici olarak düzeldi. Hattâ 1980 Ramazan orucunu aksatmadan tuttu. Terâvih namazını hatimle kılıp, vâzlarına devâm etti.Hac mevsimi gelince, hac vazîfesini yerine getirmek üzere mübârek topraklara gitti. Fakat hastalığı tekrar nüksetti. Hac vazîfesini güçlükle îfâ edip, sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret ettikten sonra Kasım 1980'de ağır hasta olarak İstanbul'a döndü.Dönüşünden bir hafta sonra 13 Kasım 1980 (Muharrem 1401) Perşembe günü öğleye yakın vefât etti.Cenâzesi 14 Kasım Cumâ günü İstanbul Süleymâniye Câmiinde Hacı Mahmûd Efendi tarafından kıldırılan cenâze namazından sonra, İstanbul Süleymâniye Câmii hazîresinde hocalarının yanına defnedildi. Kabri sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

Mehmed Zâhid Efendi; güler yüzlü, sevimli bir zâttı. Mütevâzî, azîm sâhibi, hiç kimsenin gönlünü kırmamaya önem verirdi. Tanıdığına, tanımadığına selâm verir, güler yüz gösterir, gönüllerini alırdı. Hâfızası kuvvetli, konuşması samîmî idi. Çoğu zaman halk telaffuzu ile konuşur, karşısındakine konuşma fırsatı verirdi. Kimseden doğrudan doğruya bir şeyi istemez, kapalı sözlerle ifâde ederdi. Anlaşılmazsa sabrederdi. Hiçbir zaman şeyhlik tavrı takınmaz, kendisini ve makâmını büyük bir mahâret ve tevâzû ile gizlerdi. Gece ve sabah ibâdetlerine riâyet eder, talebelerini de buna teşvik ederdi.

Hayâtı boyunca pekçok talebe yetiştiren Mehmed Zâhid Efendinin beş ciltlik Tasavvufî Ahlâk adlı eseriyle Duâ Mecmuası, Cennet Yolları ve Müminlere Vâzlar isimli eserleri vardır. Hazırladığı fakat henüz basılmamış olan başka eserleri de vardır.

Ali Haydar Efendi ks.


Ali Haydar Efendi

İstanbul-Fâtih-Çarşamba'daki Şeyh İsmet Efendi Dergahının son şeyhi. İsmi, Ali Haydar olup, babası Şerîf Efendidir. Ahıskalı Ali Haydar Efendi diye meşhûr olmuştur. 1870 (H.1288) senesinde Batum'un Ahıska kazasında doğdu. 1960 (H.1380) senesinde İstanbul'da vefât etti. Kabri Edirnekapı Sakızağacı kabristanındadır.

İki yaşındayken annesini, dört yaşındayken babasını kaybeden Ali Haydar Efendi ilk tahsîlini memleketinde yaptı. Erzurum'a gelerek oradaki Bakırcı Medresesine sonra, İstanbul'a gidip Fâtih Câmiinde derslere devâm etti. Tahsîlini tamamlayıp, Bâyezîd Dersiâmlarından Çarşambalı Hoca Ahmed Hamdi Efendiden 1901 senesinde icâzet aldı. Bir yandan hocasının derslerine devâm ederken diğer yandan kâdı yetiştiren Medreset-ül-kuzât'a gidip 1906 yılında mezûn oldu. Dînî derslerden yapılan imtihanı kazanıp, Fâtih Câmiinde talebe okutmaya başladı. Böylece Fâtih Dersiâmları arasında yer aldı. 1909 senesinde Fetvâhânede fetvâ yazmakla vazîfelendirildi. Sahn-ı Seman (Fâtih) Medreseleri fıkıh müderrisliğine tâyin edildi.

Bu sırada talebelere yardım toplamak için gittiği Bandırma'da ramazan ayında halka vâz etti. Vâzlarında, tasavvuf ve tarîkat ehli aleyhinde de konuşuyordu. Bir gün sabah namazında kürsüye çıkarak; "Burada Bezzâz Ali Rızâ Efendi var, şöyle yapar, böyle yapar." diye aleyhinde konuştu. Cemâatin içinde Bezzâz Ali Efendinin talebelerinden Börekçi Hasan Efendi adında biri vardı. Namazdan sonra Bezzâz Ali Rızâ Efendinin yanına gidip durumu hocasına anlattı. Bezzâz Ali Rızâ Efendi; "Hiç merak etme, çok yakında bizim yanımıza gelecek." cevâbını verdi. Çok geçmeden Ali Haydar Efendinin gönlüne bir ateş düştü. Tasavvufa ve tasavvuf erbâbına karşı alâka duymaya başladı. Cübbeyi ve sarığı çıkarıp câmiden çıktı, pazar yerinde bez satan Bezzâz Ali Rızâ Efendinin yanına giderek, söylediklerinden pişmanlık duyduğunu bildirip, yalvararak; "Beni evlatlığa kabûl et." dedi. Bezzâz Ali Rızâ Efendi kolundan tuttu, sırtını okşadı ve; "İstanbul'da Hacı Ahmed Efendi var, ona git." dedi.

Ahıskalı Ali Haydar Efendi İstanbul'a gelip Hacı Ahmed Efendiyi buldu. O da; "Topkapı'da Ali Efendi var ona git." dedi. Topkapı'ya giden Ahıskalı Ali Haydar Efendi kendisine bildirilen köhne bir evin kapısını çaldı. Yarım saat kadar kapıda bekledi. O anda kendisinin huzur dersleri Baş Mukarrir ve Baş Muhatabı olduğunu düşünüp kendi kendisine; "Böyle bir adamken bu köhne evin kapısında bekliyorum!" dedi. Daha sonra kapı açılıp, bir kız çocuğu çıktı ve; "Buyurun içeri." dedi. İçeri girenAli Haydar Efendi bir saat daha bekledi. Bu bekleyişi sırasında yine makâmını ve mevkıini düşündü. Bu sırada saçı-başı birbirine karışmış, kambur bir adam içeri girdi. Bu kimsenin Ali Efendi olduğunu anlayan Ali Haydar Efendi hemen elini öpmek istedi. Fakat o kimse; "Çek, çek elini, ben samîmiyetsizlere el vermem." dedi. Ahıskalı Ali Haydar Efendi kendisinin sıfatlarını ve makamlarını saymaya başlayınca o zat; "Sus, sus!" diyerek azarladı. Ali Haydar Efendi ağlamaya başlayınca da; "Yâ! Amma da cümbüş hocasıymışsın, şaka yaptım." dedi. O anda kendinde bâzı değişiklikler hisseden Ali Haydar Efendi Ali Efendiye talebe olup sohbet ve derslerine devâm etti. Tasavvuf yolunda ilerledi. Ali Rızâ Efendinin vefâtı üzerine 1914 senesinde Şeyh İsmet Efendi dergâhı postnişinliğine, vakıf şartı gereğince, Ali Rızâ Efendinin talebeleri tarafından seçildi. Fakat iktidarda olan İttihat ve Terakki hükümeti onun bu vazîfeye getirilmesine mâni oldu. Usulsüz olan bu uygulama dergâh mensupları arasında huzursuzluğa yol açtı.

Derin bir bilgisi ve kuvvetli bir hitâbet gücü olan Ahıskalı Ali Haydar Efendi, Mart 1915'te şeyhülislâmlıkta yeni kurulan "Te'lif-i Mesâil Heyeti" reisliğine tâyin edildi. Bu görevi esnâsında Mecelle'yi ikmâl için kurulan komisyonda vazîfe aldı ve iki senede Kitâb-ül-Büyû' (Alış-veriş kitabı) ve Kitab-ül-İcâre'yi hazırladı.

Birinci Dünyâ Harbi boyunca bu vazîfeyi devâm ettiren Ahıskalı Ali Haydar Efendi 1916 senesinden îtibâren her ramazan ayında huzur dersleri (pâdişâh huzûrunda yapılan ilmî ders ve sohbet toplantıları) başmuhâtaplığı vazîfesini yürüttü. Bu vazîfesi 1923 senesine kadar sürdü ve pâdişâhlığın kaldırılmasıyla son buldu.

Ahıskalı Ali Haydar Efendinin postnişinliğine mâni olunmakla ilgili usulsüz uygulama, mürîdândan Hâfız Halil Sâmi Efendi tarafından yazılan bir dilekçe ile saraya intikâl ettirildi. Nihâyet 1919 senesinde Ali Haydar Efendinin postnişinliği pâdişâh tarafından tasdik edilerek vazîfesi kendisine iâde edildi. Bu vazîfesi tekke ve zâviyeler kapanıncaya kadar devâm etti. Şeyhülislâmlığın kaldırılması, tekke ve zâviyelerin kapatılmasından sonra açıkta kaldı, sâdece dersiâm maaşı ile iktifâ etti. Cebecibaşı Mahallesinde bulunan Şeyh İsmet Efendi dergâhında ikâmet etti.

Dört pâdişâhın zamanında bilfiil vazîfe yapmış olan ve bilhassa Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın iltifatlarına kavuşan Ahıskalı Ali Haydar Efendi, Cumhûriyet devri boyunca dînî tedrisât ile meşgûl oldu. Yirmi beş yıl boyunca göz hapsinde tutuldu.

Oğlu Hâlid Gürbüzler babasıyla ilgili olarak şunları söylemektedir:

"Babam kimseyle kötü olmamamızı söylerdi. Oturalım, çaylar, kahveler içelim demez, devamlı ilimle meşgûl olurdu. Erzurum'dan Alvarlı Mehmed Efendi, Ramazanoğlu Sâmi Efendi sık sık ziyaretine gelirlerdi. Hasib Efendi ile Mehmed Zahid Kotku Efendi de gelirlerdi. Devrin bütün âlimleri ziyâretine gelir, sohbet ederlerdi."

Din ve devlet hizmeti görenlere büyük kıymet veren Ahıskalı Ali Haydar Efendi talebelerinin ve sevenlerinin ilmî yönden daha ileri olmalarını ister; "Sulbümden değil, yolumdan gelen benim evladımdır." derdi. Kendisi ilmî mütâlaayı hiç bırakmazdı. Zevcesi Hanife Hanıma; "Hanife, Hanife yeni bir câhilliğimi daha gördüm. Yeni bir şey daha öğrendim." derdi. Kendi tahsilinin kısa olduğundan bahs ederek; "Benim tahsil müddetim beş senedir." derdi.

Sert mizaçlı bir insandı. İbâdete çok düşkündü. Geniş çaplı düşünür, müslümanların idâresi hakkında ihlâslı ve temiz insanların söz sâhibi olmasını, milletin ve devletin devâmını isterdi.

Küçük oğlu Behâeddîn Gürbüzler'in ifâde ettiğine göre, ilim öğrenmek, öğretmek ve insanlara İslâmiyeti anlatmakla meşgûl olurdu. Siyâsetle meşgûl olmazdı. Hatta İttihat ve Terakki fırkasına girmesi için Hüseyin Câhit ve Talat Paşa tarafından teklifte bulunulmasına rağmen, tekliflerini kabûl etmemişti. Talebelerine siyâsetten uzak durmalarını tavsiye ederdi.

Tekke ve zâviyelerin kapatılmasından sonra Türkiye'de kurulan yeni idâreye karşı olduğu öne sürülerek Ankara'ya götürülmüştü. Ankara'da İskilipli Âtıf Hoca ile birlikte zor şartlar altında hapishânede kaldığı sırada rüyâsında şeyhini gördü. Şeyhi ona; "Oğlum kırk bir defâ Fetih sûresini okursan kurtulursun." dedi. Ahıskalı Ali Haydar Efendi okumaya başladı. Bir yandan da okuduğu sayıyı ranzaya işâretliyordu. Onun böyle yaptığını gören İskilipli Âtıf Efendi; "Hoca ne yapıyorsun?" diye sorunca; "Rüyâmda şeyhim böyle böyle söyledi. Sen de oku kurtulursun." dedi. Âtıf Efendi; "Bu gece rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, ben seni çağırıyorum, sen müdâfaanı (savunmanı) hazırlıyorsun! buyurdu. Ben de müdâfaanâmemi yırttım." dedi. Ahıskalı Ali Haydar Efendi okumaya devâm etti. Daha sonra kurtuldu.

Dînî ilimlere vâkıf olan Ahıskalı Ali Haydar Efendi, kuvvetli hitâbetiyle dinleyenleri tesir altında bırakırdı. Ömrünü İslâm dînini öğrenmeye ve öğretmeye vermişti. Kur'ân-ı kerîmi çok okurdu. Nefse güvenmemeyi telkin ederdi. Talebelerine ve sevenlerine nasîhatlarda bulunurdu. Zamânın şartlarına göre dînî konuları anlatmak hâricinde sessiz bir hayat yaşadı.

Vefâtından on gün evvel Fâtih-Çarşamba'daki Şeyh İsmet Efendi dergâhının yakınındaki evinde komaya girdi. On gün bitkisel hayat sürdü. Ağustos 1960 (H.1380) günü yarı beline kadar doğruldu. "Allah" diyerek rûhunu teslim etti. Cenâzesini Mehmed Zâhid Kotku Efendi ile Ramazanoğlu Sami Efendi yıkadılar. Hocası olan Reîs-ül-Ulema Çarşambalı Ahmed Efendinin de kabrinin bulunduğu Fâtih Câmii kabristanına defn edilmesi istendi. Fakat buna müsâde edilmedi. Yavuz Selîm Câmiinde Ramazanoğlu Sâmi Efendi tarafından kıldırılan cenâze namazından sonra Sakızağacı kabristanında defn edildi.

Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi (k.s.)

Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi (k.s.)
Bir asra yaklaşan ömrünü istikamet, takvâ ve verâ ölçülen içinde, kullarını Allah’ın yoluna irşâdla ikmal eden Sâmi Efendi Hazretlerini nebiler nebisinin âğûşunda sevgilisi Allah’a uğurlayışımızın ardından 10 yıl geçti O’nu, vefâtının sene-i devriyesinde söz kalıpları içine sokmak ve lâfızlarla anlatmak bizim kârımız değil. Lâkin “Sâlihlerden bahsetmenin rahmet nüzûlüne medâr” olacağı düşüncesiyle kısa çizgilerle merhûmu anlatmaya çalışacağız.
Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu, nüfus kayıtlarına göre 1892 yılında Adana’da dünyaya geldi. Babası tarihte Ramazanoğulları diye bilinen âileden Müctebâ Bey, annesi ise Ümmügülsüm Hanım’dır. Sâmi Efendi’nin büyük ceddi Abdülhâdi Bey’in tesbit ettiği âile şeceresine göre, Ramazanoğullarının aslen Türklerin Oğuz boyunun Üçoklar kabilesinden olduğu ve Hz. Halid b. Velid (r. A.) nesliyle münâsebettar bulunduğu anlaşılmaktadır.
İlk, orta ve lise tahsilini Adana’da tamamlayan Sâmi Efendi, yüksek tahsil için İstanbul’a geldi Darûl-fünun Hukuk Mektebine girdi. Hukuk Fakültesini birincilikle bitirdikten sonra askerlik hizmetini zâbit vekili (yedek subay) olarak yine İstanbul’da yaptı.
Zâhir ilimlerini devrin ulemâ ve müderrislerinden tamamlayan Sâmi Efendi için sıra manevi ilimlere ve bâtın imârına gelmişti. Fıtrat-ı necîbesinin şiddet-i meyli sebebiyle tasavvuf yoluna sülûk etti. Devrin meşhur Nakşi tekkesi Gümüşhâneli dergâhında bir müddet erbaîn ve riyâzatla meşgul olduktan sonra arkadaşı eski Beşiktaş Müftüsü Fuad Efendi’nin babası Rüşdü Efendi’nin delâletiyle Kelâmî dergâhı şeyhi ve meclis-i meşayıh reisi Erbilli Es’ad Efendi’ye intisab etti. Kısa zamanda kesb-i kemâlât eyleyip seyr u sülûkunu ikmalden sonra hilâfetle irşâda mezun oldu. Bir müddet daha mürşidinin yanında kaldı ve bilâhere memleketi Adana’ya irşâda muvazzaf olarak gönderildi.
Mahmûd Sâmi Efendi Hazretleri tekkelerin kapatılmasından sonra memleketi Adana’da bir yandan Câmi-i Kebir’de vaaz ve husûsi sohbetleriyle irşâd hizmetini yürütürken, bir yandan da maişetini temin için bir kereste ticârethanesinin muhasebesini tutuyordu. O, babasından ve âilesinden kendisine intikal eden büyük serveti almamış ve “Hiçbir kimse kendi kazancından daha hayırlı bir yiyecek asla yememiştir” (Buharî) hadîsi şerîfi gereğince kendi el emeğiyle geçinmeyi tercih etmiştir. Sûfiler içinde baba mîrasını almayanlar içinde ilk olarak Hâris Muhâsibi’yi görüyoruz. O da Kaderiye mezhebine bağlı bulunan babasının mirasını almamıştı.
Adana’da uzun yıllar müştâk gönüllere aşk-ı ilâhî şerbeti sunarak hizmet etti. Yazları Adana’nın Namrun ve Kızıldağ yaylası ile bazan da Kayseri’nin Talas’ında geçirirdi. Hac yolunun açıldığı 1946 yılında ilk defa hacca gitti.
1951 yılında İstanbul’a geldi. İki yıl kadar İstanbul’da kaldıktan sonra 1953 yılında hac mevsiminde önce hacca, dönüşte de arkadaşı Konyalı Saraç Mehmed Efendi’yle Şam’a geldi ve oraya yerleşti. Bilâhere âilesi, damadı ile birlikte yanına gitti. Ancak bu Şam hicreti dokuz ay kadar sürdü. Dokuz ay sonra tekrar İstanbul’a geldi. İstanbul’a bu gelişlerinde önce Bayezid-Lâleli’ye, sonra da Erenköy’üne yerleşti. Şamdan İstanbul’a bu gelişlerinde zevceleri Valide Hanım’a “İstanbul’a tekrar geldik. Gönlümüz Medine’de atıyor. Ahîr ömrümüzde oraya hicret etmeyi arzu ederiz,” buyurmuşlar
İstanbul’da bulunduğu yıllarda da Adana’daki gibi bir yandan Erenköy Zihnipaşa Camiindeki vaazları ve husûsi sohbetleriyle irşâd hizmetini yürütürken diğer yandan da Tahtakale’de bir ticârethanenin muhasebesini tedvirle maîşetini temin etmekteydi. O’ nun bu vaaz, irşâd ve sohbetlerinden cemiyetin her sınıfından, fakir, zengin, okumuş, okumamış, esnâf, işçi, memûr, tüccâr ve fabrikatör binlerce insan istifâde ederek feyz almış, istikamet bulmuş ve böylece etrafında yepyeni bir nesil teşekkül etmiştir. İhvanını mânevi himâye kanatları altında toplayarak onları cemiyetin her türlü kötü cereyanından korumaya çalışmıştır.
Ömrünün son yıllarında şöhretinin artması ve dışarıda kendisine iltifatın nazar-ı dikkati celbedecek seviyeye ulaşması sebebiyle kûşe-i uzlete çekildi. İhvanı ile gerek devlethanesinde ve gerekse Ramazan’da hatimle kılınan teravih namazlarında görüşüyordu. Bu vesile ile onlara İslâmî düsturları Muhammedi hakikatları ve Nebevî ahlâkı anlatarak hâliyle, kaliyle irşâd ediyordu.
1979 yılında gönlündeki muhabbeti-i Resûlullah ateşi onu Belde-i Tâhire’ye hicrete mecbûr etti. Çünkü onun son arzusu Peygamber şehrinde Hakk’a varmaktı. Nitekim 1957 senesinde yakınları kendilerine Eyüp Sultan’dan kabir yeri almayı teklif ettiklerinde:
- Herkesi arzusuna bıraksalar biz Cennetü’l-Baki’yi arzu ederiz, buyurmuşlardır. Cenab-ı Hak sevdiği kulunun arzusunu kabul buyurdu. Nitekim İstanbul’da bulunduğu yıllarda mübtelâ oldukları amansız hastalık, orada da yakasını bırakmadı. Fakat en acılı, ağrılı zamanlarında bile o, hiçbir şikayette bulunmamış, yüzünden tebessümü eksik olmamıştır. Vefatı 10 Cemaziyelevvel 1404 /12 Şubat 1984 Pazar günü saat: 4.30′da vâkî olmuş ve Cennetü’l-Baki’ye defnolunmuştur. Rahmetullahi aleyh.
Vefatına şu ifadelerle tarih düşüldü. Kutb-i vâsılîn ü gavs-ı şuyûh-ı ızâmı Nûr-i hüdâ mürşid-i merdüm-ı ihtirâmi Belde-i Tahire’de tevhidle deyüp Allah Vasl-ı cinan eyledi Şeyh Mahmûd Sâmi (1404 H.)

Sâmi Efendi, çok az yer, içerdi. Sohbetlerinde sıkça az yemenin faziletinden çok yemenin zararlarından bahseder bunu âyet, hadis ve hikmetli sözlerle anlatırdı. Kendisi sünnet üzere günde iki öğünden fazla yemezdi. Yediği zaman da yarım dilim ekmek ve bir kaç lokma katıkla kifâf-ı nefs ederdi. İhvanla birlikte yenildiğinde “ihvanla yenilende bereket vardır ve bundan suâl olunmayacaktır” buyurarak fazlaca yenilmesine müsâade, hatta teşvik ederlerdi.
Az uyurlardı Seher vaktini ihyâ etmek en büyük zevkleriydi. Evinde misafir kalanlar veya kendileriyle bir yolculuğa çıkanlar, gecenin hangi saatinde kalksalar onu ayakta bulurlardı. Hatta onun anlayışına göre yatıp uyumanın adı bile istirahattı. Nitekim bir defasında bağlılarından birinin evinde misafir bulunduklarında gecenin ilerleyen saatlerinde hâne sahibi kendilerine:
-Efendim artık yatarsanız yatak hazırlayalım, der. O:
-Yatmanın adı istirahattır, buyururlar. Bir müddet sonra ev sâhibi tekrar:
-Yatar mısınız? deyince O yine:
-Yatmanın adı istirahattır. Fakir istirahat edeyim, sizi de eksik kalan dersinizi tamamlayın, buyurur. Hâdiseyi anlatan zât diyor ki, “gerçekten o sabah dersim yarıda kalmış ve akşama kadar da tamamlamaya fırsat bulamamıştım.”
Az konuşurlardı. Konuştukları zaman ya hikmet söylerler veya nasihat ederlerdi. Değilse sukûtu ihtiyar ederlerdi. Nitekim Merhûm Ali Yektâ Efendi şöyle diyor: “Evliyâullah’ın tasarrufları ya kavlen ya da hal ile olur. Sâmi Efendi’nin tarassufu hal iledir. Kelâmi dergâhının en feyizli günlerinde oraya devam eden pek çok ulemâ ve fuzalâ vardı. Fakat Sâmi Efendi o zaman pek genç olmasına rağmen bugünkü gibi kâmil ve hâl sâhibi idi.”

Sâmi Efendi’nin bütün hayatı edeb çizgisi içinde geçmiş, her an hadis-i şerifde ifade buyrulan “Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmek ve O’ nun muşâhedesi altında bulunduğu duygusuna sâhib olmak” (Buhârı, Tefsir Sûre, 31) mânâsına gelen ihsan duygusu içinde yaşamıştır. En ciddi insanların, en otoriter simaların bile bir zaaf ve hafiflikleri bulunabilir. Fakat onun hayatında böyle bir zaaf ve hafiflik hiçbir zaman görülmemiştir. İstikamet ve edebi her yerde ve her an muhafaza edebilmek keskin kılıcın üzerinde yürümeye benzer. Bu ancak kemâl ehli, tevfik-ı ilâhiye mazhar kimselerin kârıdır. Allah Rasûlü (s.a.) Efendimiz’in “Emrolunduğun gibi istikamet üzre ol!” (Hûd, 112) ayeti beni ihtiyarlattı”
buyurması, bu işin güçlüğüne en güzel delildir.
O’ nun sohbetlerine devam edenler bilirler ki, O hiçbir zaman ayak ayak üstüne atarak, ayak uzatarak veya bağdaş kurarak oturmamıştır. Daima dizüstü oturmayı tercih etmiştir. Sohbetlerinde sık sık:
Edeb bir tâc imiş nûr-i Hudâ’dan Giy o tâcı emîn ol her belâdan
beytini okuyarak edebden bahsederlerdi. Sohbetlerde Kur’ân tilaveti esnasında kendileri koltuk kanepede bile olsa hemen dizüstü oturur Kur’ân okuyacak kimse yerde ise hemen koltuk ve sandalyeye oturtulurdu.
Bir gün Halep meşâyıhından Muhammed en-Nebhânî İstanbul’a gelir. Sâmi Efendi Hazretleri bazı ihvânıyla kendilerini ziyarete giderler. Nebhânî ve arkadaşları gayet rahat ve serbest otururken Sâmi Efendi ve ihvanı dizüstü otururlar. Onların bu halini gören Muhammed Nebhanî:
Rahat oturun, der Efendi Hazretleri ve ihvânı oturuşlarını değiştirmeden:
Biz böyle daha rahatız, derler, Nebhânî de bu edeb karşısında:
Edeb, Türklerde dir, demekten kendini alamaz.
Kalb-i Selîm
Sohbetlerinde sık sık “O gün kalb-i selîm’den başka ne evlâd, ne mal; hiçbir şey fayda vermez.” (Şuarâ Süresi: 88-89) ayetini okuyarak kalb-i selîmi îzah ederlerdi. O’nun tefsirine göre kalb-i selîm, ne incinen, ne de inciten kalbdi. “İncinmemek incitmemekten daha zordur. Çünkü incitmemek eldedir amma incinmemek elde değildir,” derlerdi. Ve ilâve ederlerdi: Fakir hiç kimseden incinmem ve kimseyi incitmemeye çalışırım.” Gerçekten de bir asra yaklaşan ömrü boyunca O’nun hiç kimseyi incittiği görülmemiştir.

TAHİR BÜYÜKKÖRÜKÇÜ HOCAEFENDİ


İSLAM’A ADANMIŞ HAYATLAR: SULTAN-ÜL  VAİZ  TAHİR  BÜYÜKKÖRÜKÇÜ
Öyle hayatlar vardır ki en zor dönemlerde ve tam ümitsizliğin eşiğinde  aydınlatır zifir-i karanlığı.  İşte bu hayatların sahiplerinden biri de kendini  İslam’a adayan , Konya ‘nın yetiştirdiği büyük alimlerden  Tahir Büyükkörükçü Hocaefendidir.
1925 yılında Konya ‘da doğan Tahir Büyükkörükçü  ilkokulu mahalle mektebinde okuduktan sonra ortaokul için dönemin meşhur okullarından Karma ilkokuluna kaydolur.
Üçüncü sınıfta okuduğu sıralarda Kapu camii’ne giden ve burada Hacı İsa Bolay hocaefendi’den dinlediği vaazdan  çok etkilen Büyükkörükçü’nün kalbinde manevi bir  duygu filizlenir. Günden güne daha da büyüyen bu duygu adeta bir hasret’e dönüşür  ve üçüncü sınıfta okulu bırakarak Bolay hoca’dan ders alamaya başlar.
 Hergün bir öncekinden daha fazla heyecanla hocasının yanına giden Büyükkörükçü, 1940’lı yıllardaki yasakçı tutumlara rağmen hak yolunda ilerlemenin verdiği sonsuz huzurla eğitimini devam ettirir ve bu tutumu hocalarından icazet alıncaya kadar sürdürür.
 Hacı Veyiszade Mustafa Kurucu Efendi ‘den hadis ilmini öğrenen ve o dönemin hafızlık merkezi olan Bulgur Tekkesinde hafızlık çalışmalarını sürdüren Büyükkörükçü , fırsat buldukça da Hacı Haki Efendi’den farsça dersleri alır.
İslam’ı anlayan, anlatan ,öğrenen ve öğreten olmak için çoktan kararını veren Büyükkörükçü çok sevdiği Mahmut Sami Ramazanoğlu hazretlerinin de manevi desteğini görür.
Askerliğini tamamladıktan sonra Eski Garaj civarındaki Boncuk Camii’nde imam olarak görev alan Tahir Büyükkörükçü Hoca efendi , diğer yandan da hafızlığını tamamlar. Burada verdiği vaazlara günden güne ilgi artarken, zamanın Diyanet İşleri başkanı Ahmet  Hamdi Akseki bir vesile ile bulunduğu Konya ‘da Büyükkörükçü’nün vaazına rastgelir. O da herkes gibi çok etkilenir ve Tahir Büyükkörükçü, prosedür gereği yapılan bir sınavla Konya merkez vaizliğine atanır.
                                                                                                 O, artık kararlı ve titiz bir vaizdir.
  1951 yılında Konya merkez vaizliği görevine başlayan Hoca efendi bu bayrak yarışında sıranın kendinde olduğu bilinciyle 1960 ihtilaline kadar sürdürdüğü vaazlarında darda olan Müslümanlara yol göstermek için çabalar . Çocukluğunda ektiği manevi tohumun meyvelerini Müslümanlarla paylaşan ve sürekli artan ilgi karşısında bayrağı daha da ileriye taşımak isteyen Büyükkörükçü, öğrenmeye hiçbir zaman ara vermemiş sürekli araştırmış ve Müslümanlar ‘ a ‘en doğruyu’ anlatabilmek için aşırı gayret göstermiştir.
   1960 ihtilalinin en sıkıntılı dönemlerinde bile çalışmalarından taviz vermeyen Büyükkörükçü iki yıl sonra mahkemeye verilerek vaizlik görevi elinden alınır ve susturulmak istenir. 1964 yılında Burdur’a         sürgün edildiğinde ona ceza verdiklerini düşünenler Burdur halkına verilen ödülün farkına varamazlar.                                                                                                      1965 yılında tekrar Konya ‘ya müftü olarak dönen Büyükkörükçü hoca efendi  7 yıla yakın müftülük ve kısa bir süre vaizlik yaptıktan sonra 1973 yılında emekli olur.
    Siyasetten hiç hoşlanmadığı halde çevresindekilerin ve yakınlarının yoğun isteği ile 1977 yılında Milli Selamet Partisi’nden Konya milletvekili olarak meclise girer. Meclis çatısı altında tüm hayatı boyunca olduğu gibi  islamiyetten hiçbir zaman taviz vermeyen Büyükkörükçü 12 Eylül darbesinde askeri mahkemelerce yargılanır  ve 11 ay cezaevinde kaldıktan sonra 1985’de sona eren mahkemesinde beraat eder.
Cezaevinden çıktıktan sonra tekrar çok sevdiği Kapu Camii’ de vaaz vermeye devam eder.
    Başta Mahmut Sami Ramazanoğlu hazretleri olmak üzere, Ladikli Hacı Ahmet Efendi, Hacı Veyiszade Mustafa Efendi, Muhammet Harrani Hazretleri , Musa Topbaş Efendi, üstad Ali Ulvi Kurucu, Muhammed Zahid Kotku Efendi, Mekkeli üstad Muhammet Alevi Maliki , Yahyalılı Hacı Hasan Efendi, Havlucu Ahmet Efendi , Konyalı Dişçi Mehmet Efendi gibi nice büyüklerle sohbetler eden , dostluklar kuran, evinde misafir eden Büyükkörükçü , Mevlana hayranıdır ve Mehmet Akif Ersoy’u çok sevmektedir. Üstad Necip Fazıl ile ise çok sağlam dostlukları olmuştur.
 Nefesini, hakikat davasını anlatma yolunda harcayan hocamız bununla da yetinmemiş ve bazı kitaplar kaleme almıştır.
Basılmış eserleri:
                     Hakiki Vechesiyle Mevlana ve Mesne
                Mevlana ve Mesnevi Gözüyle Peygamber Efendimiz,
                Müslüman Peygamberini Tanımalısın,
                İslam'da Edeb,
                Mübarek Ramazan ve Oruç.
   “Çok çile çektik . Bir iyi gün görelim , İslam adına bir oh diyelim de öyle ölelim.” diyen Tahir Büyükkörükçü 5 Mart 2011 cumartesi günü hakk’a yürümüştür.  Ömrünün son anlarında bile yakınında bulunanlara “ namazlarınızı kılın ve İslam’ı yaşayın” diye tembihte bulunan hocamıza Allah(c.c.)’dan rahmet ve tüm İslam alemine başsağlığı dileriz.
…selam ve dua ile…
Hazırlayan: Mehmet Macit

19 Ocak 2013

سورة التكوير - قراءة قالون للشيخ محمود الحصرى


سورة الانسان - قراءة قالون للشيخ محمود الحصرى


الحُصري :: سورة المؤمنون رواية قالون


الحُصري :: سورة مريم رواية قالون


سورة يوسف رواية قالون بصوت الشيخ الحصري


سورة الرحمن رواية قالون بصوت الشيخ الحصري


سورة المزمل رواية قالون بصوت الشيخ الحصري


14 Ocak 2013

عبدالله بصفر ~ سورة ق Kâf Suresi Şeyh Abdullah Basfar


عبدالله بصفر ~ سورة محمد


عبدالله بصفر ~ سورة فصلت Fussilet Suresi Şeyh Abdullah Basfar


عبدالله بصفر ~ سورة الزمر


عبدالله بصفر ~ سورة لقمان Lokman Suresi Şeyh Abdullah Basfar


عبدالله بصفر ~ سورة القصص Kasas Suresi Şeyh Abdullah Basfar


عبدالله بصفر ~ سورة طه Tâhâ Suresi Şeyh Abdullah Basfar


عبدالله بصفر ~ سورة الاسراء


عبدالله بصفر ~ سورة الرعد


عبدالله بصفر ~ سورة يوسف


عبدالله بصفر ~ سورة الانفال


عبدالله بصفر ~ سورة النور


عبدالله بصفر ~ سورة الصافات


عبدالله بصفر ~ سورة الحجر


عبدالله بصفر ~ سورة الروم


عبدالله بصفر ~ سورة الاحزاب


عبدالله بصفر ~ سورة السجده


عبدالله بصفر ~ سورة القمر


عبدالله بصفر ~ سورة الصف


عبدالله بصفر ~ سورة المجادله


عبدالله بصفر ~ سورة الجاثيه


عبدالله بصفر ~ سورة الزخرف


عبدالله بصفر ~ سورة الفتح


عبدالله بصفر ~ سورة الاحقاف


عبدالله بصفر ~ سورة الناس


عبدالله بصفر ~ سورة الفلق


عبدالله بصفر ~ سورة الاخلاص


عبدالله بصفر ~ سورة المسد


عبدالله بصفر ~ سورة النصر


عبدالله بصفر ~ سورة الكوثر




عبدالله بصفر ~ سورة الكافرون


عبدالله بصفر ~ سورة الماعون


عبدالله بصفر ~ سورة قريش


عبدالله بصفر ~ سورة الفيل


عبدالله بصفر ~ سورة الهمزه


عبدالله بصفر ~ سورة العصر


عبدالله بصفر ~ سورة التكاثر


الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة القارعه


الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة العاديات


الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة الزلزله.


الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة القدر


الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة العلق


الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة التين


الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة الشرح.


الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة الضحى


الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة الشمس


الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة البلد


الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة الفجر


الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة الغاشيه


الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة الاعلى


الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة الطارق


الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة البروج


الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة الانشقاق


الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة المطففين


الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة الانفطار


الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة المعارج


الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة التحريم


الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة الطلاق


الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة المنافقون


الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة الجمعه


الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة النازعات




الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة النبأ.


الشيخ عبدالله بصفر ~ سورة الكهف


12 Ocak 2013

الحُصري :: سورة يوسف برواية ورش عن نافع


الحُصري :: سورة الرحمن برواية ورش عن نافع


الحُصري :: سورة النور برواية ورش عن نافع


الحُصري :: سورة طه برواية ورش عن نافع


الحُصري :: سورة المؤمنون برواية ورش عن نافع


الحُصري :: سورة مريم برواية ورش عن نافع


سورة الهمزة بقراءة ورش بصوت الحصري


من سورتى سبأ و فاطر // ورش // محمود خليل الحصرى





Rasulullah sav. buyurdular ki:

عن أبي هريرة قال  فقال رسول الله صلى الله عليه وسلم تعلموا القرآن واقرءوه فإن مثل القرآن لمن تعلمه فقرأه وقام به كمثل جراب محشو مسكا يفوح ريحه في كل 
  مكان ومثل من تعلمه فيرقد وهو في جوفه كمثل جراب وكئ على مسك
 
Hz. Ebû Hûreyre radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Rasülullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki; “Kur’an-ı Kerim’i öğreniniz, sonra onu okuyunuz. Çünkü Kur’an’ı öğrenip okuyan ve onu teheccüd namazlarında okumaya devam eden kimse, içi misk dolu olup, kokusu evin her tarafına yayılan bir kaba benzer. Kur’an-ı Kerim’i öğrenip de, Kur’an sinesinde olduğu halde uyuyan kimse ise ağzı kapatılmış misk kabına benzer.” Tirmizi

Rasulullah sav. buyurdular ki:

عن ابن مسعود قال : قال رسول الله صلى الله عليه وسلم { : من قرأ حرفا من كتاب الله فله حسنة والحسنة بعشر أمثالها ، لا أقول الم حرف ، ولكن ألف حرف ، ولام حرف ، وميم حرف } . رواه الترمذي

Abdullah b. Mes’ûd (r.a.)’den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kur’ân’dan bir harf okursa kendisine bir sevap yazılacaktır ve her sevap on katıyla karşılık bulacaktır. Elif lam mîm bir harftir demiyorum. Fakat elif bir harf lam bir harf mim de bir harftir.” (Tirmizî rivâyet etmiştir.) 

Asım Kıraatinin Hafs Rivayetine Göre Bilinmesi Gereken Kelimeler Testi

         Kıymetli Kuran Dostları ! Asım kıraatinin Hafs rivayetine göre bilinmesi gereken özel kelimelerle alakalı testimiz yayınlandı  Kola...